YAŞAM 

DÜNYA YILDIZI OLACAKTIM

Sağ–sol olayları durmak bilmiyordu. Her gün kavganın içinde buluyordum kendimi. Ara sıra dayak da yiyordum. Bizimkiler “Böyle olmayacak, seni dışarıya gönderelim, orada oku” dediler. Liverpool’da bir okul buldular. Yağmurlu bir gün “şemsiyeli adamlar” ülkesine ayak bastım. Hava hep kapalı ve hep yağmurluydu. Hatta bir gün birisine “Burada güneş var mı?” diye sormuştum da bir tuhaf bakmıştı yüzüme. Her neyse… Okula yakın bir sokakta bir pub keşfetmiştim. Sık sık oraya takılıyordum. Pencere kenarındaki masaya oturuyor, biramı yudumlarken kitap okuyordum. Bir akşam içeriye benim yaşlarda, saçları omuzlarında, sırtlarında gitarlarıyla üç kişi girdi.…

Devamını Oku
YAŞAM 

25 RUBLE

Moskova’ya 1919’da Vladimir Gardin tarafından kurulan ve dünyanın ilk sinema okulu olarak kabul edilen Sovyetler Birliği Devlet Sinematografi Enstitüsünde sinema okumaya gitmiştim. Kararım tepkiyle karşılanmıştı. Gidip de komünist mi olacaksın demişlerdi. Gidip adam oldum. Okulu ve arkadaşlarımı çok sevmiştim. O sıralar Nâzım da Moskova’daydı. O’nu görmeyi çok istiyordum. Ama mümkün görünmüyordu. Bir gün Nâzım’ın okula gelip söyleşi yapacağını öğrenince sevinçten havalara uçtum. Moskova’da tanışıp âşık olduğu Vera Tulyakova ile birlikte geldi. Genç kadının evli ve bir kızı olduğunu bir yıl sonra öğrenecekti Nâzım. Uzun bir söyleşi oldu. Edebiyattan, sinemadan ama…

Devamını Oku
YAŞAM 

BEKLE KALBİM, ŞİMDİ SIRASI DEĞİL

1972’nin Eylül’üydü. Bir cumartesi öğleden sonrasıydı. Paris o gün yağmurluydu. Paris’e her gittiğimde yaptığım gibi yine Saint-Germain Bulvarı’ndaki Cafe de Flore’a uğramıştım. Ve onu gördüm. Romy’yi Sanırım bir mucize olmuştu. Filmlerini onlarca kez izlediğim, gazetelerden dergilerden kestiğim fotoğraflarını özenle sakladığım Romy Schneider karşımdaydı. Kalbim duracak gibi olmuştu. “Bekle kalbim, şimdi sırası değil” dedim. Cam kenarında bir masaya oturmuş, dirseklerini masaya dayamış, şarap kadehi avuçlarının arasında dalgınca, gelip geçenleri izliyordu. Hüzünlüydü sanki. Ara sıra bir yudum alıyordu şarabından. Masada yarısı içilmiş şarap şişesi duruyordu. Siyah boğazlı bir kazak giymişti, eteği griydi.…

Devamını Oku
YAŞAM 

BİR HELKE KAYNAR SU

Sanki başımdan aşağı bir helke kaynar su dökülmüş gibi hissettim kendimi fotoğrafı görünce. Mona Lisa ve Vincent van Gogh bir fotoğrafta birlikteydiler. Üstelik ona geçen doğum gününde Şanzelize’de lüks bir mağazadan aldığım yeşil elbiseyi giymişti. “Kaynar su mu, yoksa fotoğraf mı daha çok yaktı seni?” diye soracak olursanız eğer, fotoğraf çok fena yaktı yüreğimi. Yüreğimle birlikte ciğerlerim de yandı. Feleğim şaştı. Meğer bu fotoğraf sosyal medyada dolaşıp duruyormuş da ben görmemişim. Aslında Vincent van Gogh’un yakın arkadaşı Paul Gaugin bana bu durumdan söz etmişti de ihtimal vermemiştim. Ressam kıskançlığı demiştim.…

Devamını Oku
TOPLUM 

YÖNETİCİLERİMİZ “HOŞŞİK” OLURSA

Vefasız bir toplum olup çıktık. Hele biz Adanalılar… Bu kentin onca sanatçısı dururken koca koca bulvarlara, caddelere “Alparslan Türkeş”, “Turgut Özal”, “Süleyman Demirel”, “Necmettin Erbakan”, “Kenan Evren” (hele bu adam) ve “Adnan Menderes” gibi siyasilerin adlarını verdik. Hâlâ bir caddede, bir sokakta tanımadığım, Adana’yla hiç ilgisi olmayan birinin adı çıkıyor karşıma. Bu kente ne gibi katkıda bulunduğunu hâlâ anlayamadığım Hasan Şaş’ın adı bir bulvara verildi. Fatih Terim’in adı bir okula, bir spor tesisine verildiği gibi şimdi de yıkılan 5 Ocak Stadyumu’nun adına kuyruk gibi takılmıştı nedense. Seyhan Nehri’nin üzerindeki önce…

Devamını Oku
YAŞAM 

‘HERKESE SELAM, SANA HASRET’

Mandallar ahşaptan yapılırdı eskiden. Şimdi rengârenk plastikten yapılıyor. Annem mandala “maşa” derdi. Hoşuma giderdi bu sözcük. Renkli ve müzikal. Sabah Kayalıbağ’da bir sokaktan geçerken bir ipe asker gibi sıralanıp kurumaya bırakılmış çamaşırların üstündeki bir sarı maşa beni geçmişe götürdü. “Mascha” geldi aklıma. Aslında hep aklımdaydı. Moskova’daydım. Mascha’yla beni Nâzım tanıştırdı. Nâzım Hikmet… 1919’da kurulan dünyanın ilk sinema okulu Rus Devlet Sinematografi Enstitüsü’nde üçüncü sınıf öğrencisiydim. Aklıma estikçe Nâzım’ın mezarına gider, bir karanfil bırakırdım. Yine böyle bir gün gidip karanfilimi bırakmış, karşısında saygıyla durup içimden bir şiirini mırıldanıyordum, kavuniçi rengindeki saçını…

Devamını Oku
YAŞAM 

ŞU BİZİM MAHALLE

Göğü yararcasına yükselen modern apartmanların, şık mağazaların, ışıltılı marketlerin önünden, gösterişli arabaların arasından geçip nihayet mahallene ulaşıyorsun. Kendi topraklarındasın artık. Tedirginliğin geçti. Yürümen de mi değişti, ne? Artık her şey tanıdık burada. Mesela şu köşede saygıyla eğilmiş gibi duran ağaç. Ve onun yanındaki. Ve onların karşısındaki. Ve kediler… Her sabah doyurduğun, su verdiğin kediler. Gölgelerde uyuklamaktalar. Ve mahallenin tek özgür köpeği. Başını okşuyorsun, kuyruğu hareketleniyor mutluluktan. Yıllardır marketlere karşı kahramanca direnen bakkal amcaya bir selam çakıyorsun. Hemen yan tarafta dükkânının önüne sandalye atmış, gazetesini okumakta olan su tesisatçısı başını kaldırıp…

Devamını Oku
YAŞAM 

YAĞMURLU BİR HAZİRAN GÜNÜ MONA’YI SEVGİYLE ANARKEN

Biraz önce uçağın tekerleri piste değdi. Yorucu bir yolculuk oldu. Adana’dan İstanbul’a doğru havalanmıştık. Ankara’ya yaklaşınca kokpite gidip kaptan pilota “Ankara’ya uğrayıp Sakarya Çarşısı’nda birer Arjantin bira içsek hep beraber, nasıl olur?” dedim. Hoşuna gitti. Aslında Ankara’yı özlemiştim. Yolcular da olur deyince indik. O nedenle yorucu bir yolculuk oldu. Olsun, Ankara’nın havasını özlemle içime çektim. Paris, haziran ayının ortasında hâlâ soğuk ve yağmurlu. Ama ben Paris’in yağmurunu da çok seviyorum. Ve Seine Nehri’nin kenarında bir ağacın altına oturup nehrin mırıltısını dinleyerek Mona’yla şarap içmesini de seviyorum. Soğuk, ama biraz sonra…

Devamını Oku
YAŞAM 

VELESPİTÇİ YILMAZ

“Velespit” derdi ninem bisiklete. Zaten o dönemin insanları hep böyle derdi. Üçtekerlisinden başlayarak çeşitli boyda ve renkte birçok velespitim oldu. Ama sözcüğün Latinceden Fransızcaya geçtiğini ve Adana’nın Fransız işgalinden sonra burada da kullanılmaya başlandığını çok sonra öğrendim. Fotoğrafta gördüğünüz bu dükkân Sucuzade Mahallesi’nde iki sokağın kesiştiği yerde çıktı karşıma. Trafiğin böylesine çılgınca olmadığı ve bisikletin çokça kullanıldığı o güzelim eski günlerde buna benzer dükkânlar mahalle aralarında sıkça karşımıza çıkardı. Hoş bir duyguyla sarmalandım. Velespitlerimize atlayıp bağ yollarında neşeli naralar atarak çılgınca pedal bastığımız günler önümden geçip gitti. O iki tekerin…

Devamını Oku
YAŞAM 

ÇIRAK OLMAK

Bir odası üstte, bir odası da aşağıdaydı doğduğum evin. Yani iki odalı ve toprak damlıydı. Aşağıdaki oda misafirler için hep kapalı tutulurdu. Giremezdik. Meğer biz “dubleks” bir evde oturuyormuşuz da haberimiz yokmuş. Büyüyünce öğrendim. Yaz geceleri de dama çıktığımızda “tripleks” oluyormuş meğer. Bir yaz sabahı yukardaki küçücük sofayla aşağıdaki küçücük avluyu birleştiren ve bastıkça gıcırdayan tahta merdivenin bir basamağına oturmuş, kollarımı tırabzana dayamış, kapı ağzında annemin babamı yolcu edişini izliyordum. “Baba, ben de gelim mi atölyeye?” dedim. Dediğime ben de şaştım. Şaşırdı önce, sonra gülümsedi. “Hadi, gel bakim” dedi. Atölyeyle…

Devamını Oku