KORKAK RUHUMUZ AÇ KALBİMİZİ DOYURAMIYOR
-ADANA-
Paracelsus, “Zehri zehir yapan dozudur” diyor.
Paracelsus yaklaşık 500 yıl önce Avrupa’da bu sözü söylerken, bizim topraklarımızda da adı kayıtlara geçmeyen kendi halinde bir ata, “Çok muhabbet, tez ayrılık getirir” demiş.
Birbirleri ile çok ilgisiz gibi görünse de, her iki söz de aynı şeyi söylüyor aslında:
“Ne kadar hoşunuza giderse gitsin, sizi ne kadar mutlu ederse etsin, ne kadar muhteşem olursa olsun; her şeyin kararını bilin” diyor, “Kararını bilmeyip aşırıya kaçarsanız zehir olur o size” diyor.
Uyarıyor açık açık, “Öldürür!” diyor.
Her iki söz de ne kadar doğru, değil mi?
Hayatımıza şöyle bir baktığımızda – farkında mıyız, bilmem ama – mutsuzluklarımızın çoğunu, nerede duracağımızı bilemememiz nedeniyle yaşıyoruz.
Bazen açgözlülüğümüzden, bazen mutluluk sarhoşluğu ile kendimizi kaybedip ayaklarımız yerden kesildiği için kararında bırakamıyoruz birçok şeyi. Usul usul, yavaş yavaş zehirlemeye başlıyor bizi mutluluklarımız, sevinçlerimiz.
Önce kalbimizi, sonra da beynimizi uyuşturuyor ve bizi hiç fark ettirmeden dünyadan koparıyor, başka dünyalara doğru sürüklüyor. Girdiğimiz bu yolda hiç yorulmamak hoşumuza gidiyor. Ayağımıza batan dikenlerin canımızı acıtmaması bize büyük bir mucize gibi geliyor; kendimizi insanüstü bir varlık gibi görüyoruz. Diğer insanlara bakıyor, şaşırıyor, hatta acıyor, “Bu insanlar neden üzgün, neden mutsuz?” diye merak ediyoruz.
Derinlik sarhoşluğu gibi bir şey bu yaşadıklarımız. Mutluluk bizi hep daha derinlere çekiyor. Daha derine, daha derine!
Daha çok mutluluk, daha çok, daha çok, daha çok!
Kalbimize mutluluk doldukça daha da ağırlaşıyor ruhumuz, daha hızlı inmeye başlıyoruz derinlere. Ne zaman ki göğsümüz sıkışmaya başlıyor, nefes alamaz hale geliyoruz; o masmavi sular kararmaya, o koskoca dünya küçülmeye başlıyor. İşte, o zaman ayaklarımız yere değiyor; ama çok geç oluyor her şey için. Ayağımızı yere vurup çıksak hızla yukarı, vurgun yiyoruz! Kan fışkırıyor her yanımızdan; önce kanımız, sonra ruhumuz terk ediyor bizi. Cesaret edemiyoruz ayağımızı dibe vurmaya.
Düşünmeye başlıyor, “Masmavi gök altında dalgalara meydan okuyup engin denizlere kulaç atarken nasıl oldu da sardı bu karanlıklar her yanımı?” diyoruz. Her taraf biraz daha kararıyor, soğuyor.
Üşüyoruz, korkuyoruz.
Mutluluk sarhoşluğu ile naralar atıp tüm dünyayı karşısına alan, arkasında yakmadık gemi bırakmayan o cengâver ruhumuz, en deli haliyle hiç durmayacakmış gibi çarpan kalbimizi, çaresiz bedenimizi bir başına bırakıyor asla aydınlanmayacak karanlıkların içinde, yavaşça terk ediyor.
Paracelsus, “Zehri zehir yapan dozudur” diyor. Ne kadar doğru bir söz.
Anadolu’muzun kim bilir hangi yaylasının, hangi çınarının altında dertli bir ata da, “Çok muhabbet, tez ayrılık getirir” demiş Paracelsus’dan bihaber.
Korkuyoruz biz. Canımızın acımasından korkuyoruz, üzülmekten, hırpalanmaktan korkuyoruz. O yüzden uzak duruyoruz, açmaya çekiniyoruz ardında ne olduğunu bilmediğimiz kapıları. O yüzden hızla yalnızlaşıyor, çaresiz hissediyoruz kendimizi. Tutacak bir dal, sığınacak bir yürek aramamız hep o yüzden.
O yüzden küçücük bir mutluluk bile ayaklarımızı yerden kesmeye yetiyor.
Gün geliyor, yalnızlığımız çölün kumlarını kavuran bir güneş oluyor, çölün kumlarını da bizi de yakıp kavuruyor. Kim bilir kaç seraptan sonra pınarları kurumaya yüz tutmuş o vahaya ulaşıyor yorgun bedenimiz.
Bir yudumu bile bizi ölümsüz yapmaya yetecek o ab-ı hayatı kana kana, hiç durmadan, en açgözlü, en iştahlı halimizle testiyi kafamıza dikip bitirene kadar içmemiz yüzünden…
Bir de bakıyoruz ki zehrimiz oluyor, biraz kalender ama daha çok ürkek arayışlarla bulduğumuz su.
Korkak ruhumuz, aç kalbimizi doyuramıyor hiçbir zaman, yorgun bedenimizi terk ediyor bir gün bir yerlerde ve gidiyor.
Fotoğraf: Mustafa Öncül