TOPLUM 

“ÇARŞIDA KESAT, ŞEHİRDE FESAT…”

Ahmet Cevdet Paşa’nın ‘kriz’ karşılığında ‘buhran’ kelimesini uydurmasından önce de Osmanlı’da, adına kriz denilmeyen birtakım buhranlar yaşanmaktaydı. Sabri Ülgener’in deyişiyle, ‘darlık buhranları’! Osmanlı kaynaklarına bakıldığında piyasalardaki ekonomik dengesizlik durumlarının bazen “teati-i nas’da halel-i bîkıyas”, bazen “bey ve şir’a muamelesinde küllî ihtilal”, bazen de “bey ve şir’anın mizanı muhtel ve müşevveş” gibi birtakım deyişlerle tasvir edildiğini, yine Sabri Ülgener’in ‘Darlık Buhranları’ndan öğreniyoruz. Bu deyişlerde durumun, bir soyut kavramla değil, somut tasvirlerle dile getirildiğini gözden kaçırmamak gerekiyor – Osmanlı iktisat düşüncesinin soyut ve teorik bir kavramsal donanımdan mahrum olduğunun tipik bir belirtisi!…

Devamını Oku
YAŞAM 

ÇOCUKLUĞUMUN RAMAZANLARI VE BAYRAMLARI

Biz küçük bir aileydik. Annem, babam ve evin tek çocuğu: Ben! Babam bir Cumhuriyet bürokratıydı ama Cumhuriyet’e bağlı olduğu kadar dinine de bağlı bir mümin. Bugün için oldukça garip bir terkip gibi görülebilir bu: Ne Cumhuriyet’in ne de İslam’ın temel koyucu ilkelerinden taviz vermeden yaşamanın mümkün olduğu, babanın ve elbette annenin örneğinde görebilmiş bir çocukluktur benimki. Ruhaniyet ve hazzın birlikte yaşanabildiği bir çocukluk! Ramazan ayı, ruhaniyetin hazza dönüştüğü bir aydır bende. Babanın ve annenin, bu kutlu günleri lezzetle yaşadığının tanığıyım çünkü. Lezzetle, diyorum, evet, çünkü bu kutlu günlerin lezzetinin, sadece…

Devamını Oku
YAŞAM 

KAR DÜŞÜNCELERİ

Anton Çehov’un ‘Üç Kız Kardeş’inde Tuzenbach, Marscha’ya sorar: “İşte kar yağıyor: Bunun anlamı ne?” Evet, ne anlamı var? Kardan adam, kartopu çocukluktur. Karda kızak da! Yaşlılıksa kapının önüne biriken karları kürüyememektir. Behçet Necatigil’in dediği gibi: “Farı kalbim, farı da/ kapına biriken karı/ kürüyeme!” Kar kapıyı tutmuştur, içerdesindir ve yalnız. Dışarıda kar yağıyordur, sessiz ve beyaz. Kar henüz pencereni örtmemiştir, bakıyorsun camdan, ‘tek ü tenha’ bir ağaç! Evdesindir. Kapılar tutulmuştur, n’eylersiniz! Yalnızlığı ölümle buluşturur kar… Kar, ölümdür. Nietzsche, ‘Ecce Homo’da, hastalığın, hasta insanda kurtulma içgüdüsünün, korunma ve savunma içgüdüsünün bozulması olduğunu…

Devamını Oku
YAŞAM 

OKUMA TAKINTISI

Okumak, bir hastalıktır, bir takıntı! Bu, bende var: Sanırım, gördüğü her yazıyı okumak gibi bir maluliyet de diyebiliriz buna… Okuma eylemini bir tutkulu alışkanlık, sistemli ve bilinçli bir okuma iştahının yanı sıra marazileştiren bir yaklaşımın tutsağı olmak! Bu yüzden de kocaman bir çöp kutusudur belleğim. Sokak adlarını okurum, tabelaları, özellikle de doktor tabelalarını; süt şişesinin sarıldığı yırtık gazete sayfasını da okurum. Tren istasyonlarının adlarını okurum, kendi kendime tekrarlar, ezberlerim. İlk gençlik yıllarımda, Sivas’tan Kurtalan’a kadar bütün istasyonların adlarını ezberlemişimdir. Çok iyi şiirler kadar, çok kötü, neredeyse beş para etmez şiirler…

Devamını Oku
EDEBİYAT 

BİR ÇEVİRİ ŞİİRLER KAYNAKÇAMIZ NEDEN YOK?

Çeviri, özellikle de şiir çevirisinin ne kertede zor bir uğraş olduğunu bilirim – ben de şiir çevirisi yaptım çünkü. Sadece Pablo Neruda’dan yaptığım çeviriler değil ama başka şairlerden yaptığım çeviriler de, ‘Çeviri Şiirler’ adıyla, Cem Yayınları tarafından yayınlanmıştı. Birkaç istisnası dışında (mesela Sabahattin Eyuboğlu ve Suut Kemal Yetkin dışında), benim bildiğim kadarıyla çevirmenlerin tümü şairlerdir. Hemen aklıma gelenleri sıralayayım: Yahya Kemal, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas, Vasfi Mahir Kocatürk, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Necati Cumalı, Sabahattin Kudret Aksal, Can Yücel, Talat Sait Halman, Cevat Çapan, Sait…

Devamını Oku
YAŞAM 

ÇOCUK NARKISSOS VE YAŞLI DIONYSOS

Bursa’nın, benim çocukluğuma bellek mekânı olarak yerleşmesinin tarihi, 1940’lardır. 1939’da babam Yahya Hikmet Yavuz, Orhangazi Kaymakamlığına atandığında üç yaşımı yeni sürüyordum. Bütün bir İkinci Dünya Savaşı boyunca orada kaldığımız için, evin ‘dışarısı’ olarak tanıdığım ilk mekân, Orhangazi’de, kaymakam evinin önündeki sokaktır. Oralı ünlü bir kamyoncu olan Tozkoparan’ın (sanırım, adı Hüsnü’ydü) eviydi burası ve Orhangazi’ye kaymakam olarak atananlara kiralanıyordu. Ev sahibimize ‘Tozkoparan’ denilmesinin nedeni de, bir zamanlar kamyonuyla Orhangazi sokaklarını toza dumana katmış olmasındandı… Sokağın başındaki iki kat olarak inşa edilmiş olan evin, dışarıdan demir parmaklıklarla ayrılmış, büyükçe bir bahçesi vardı.…

Devamını Oku
TOPLUM 

HASTALIĞIN METALAŞMASI

Hekim dostlarımdan işitiyorum: Özel hastanelerin bir bölümünde, hekimler, muayene ettikleri, ama özellikle hastaneye yatırdıkları hasta sayısına göre değerlendirilmeye başlanmış. Eğer muayene ettiği ya da hastaneye yatırdığı hasta sayısı düşükse hekimin ücreti de ona göre düşük bir seviyede belirleniyormuş. Doğrusunu söylemek gerekirse bunun korkunç bir şey olduğunu düşünüyorum. Tıbbın, ‘hastalığın metalaşması’ diye kavramlaştırılabilecek bir sürecin içinden geçiyor olması! Hastalığın, bir ticari mala dönüşmesi! Ne kadar çok hastayı, medikal açıdan gerekli olsun ya da olmasın, hastaneye yatırmaya teşvik etmek ve hekimi bunu yaptığı ölçüde ödüllendirmek, hekimlik etiğine aykırı değil midir? Kapitalizmin mantığı,…

Devamını Oku
POLİTİKA TOPLUM 

1993 ENGİZİSYONU

Bugün Roma’da, Campo di Fiori’de, Çiçek Meydanı’nda, bundan 424 yıl önce, odun ateşinde diri diri yakılan biri vardı: Giordano Bruno. Engizisyon’un ‘kanı akıtılmadan işkence çektirilerek öldürülme’sine karar verdiği Giordano Bruno! Günlerden 17 Şubat’tı – 17 Şubat 1600… Suçu Dünya’nın Güneş çevresinde döndüğünü savunmaktı. Galileo Galilei’nin arkadaşıydı Giordano Bruno. Sadece bu değil: Kilisenin dogmalarına karşı insanlığın yaradılış sürecini de sorguluyordu. Felsefeci ve şairdi Bruno! Tıpkı Metin Altıok gibi… Campo di Fiore’de şimdi Bruno’nun bronz heykeli duruyor. Metin’in Madımak’ta heykeli yok. Bruno’nun yakılarak öldürülmesinden önce neler söylediğini biliyoruz. Galileo gibi Engizisyon önünde…

Devamını Oku
EDEBİYAT YAŞAM 

RÜZGÂRI YAZMAK

Burada, şimdi, oturmuş rüzgârı yazmaya çalışıyorum. Yazdır, beyaz evlerin ötesinde mandalina ağaçları ve serviler birbirlerine dokunmak istiyorlar; evler de dokunmak ister gibi uzanıyor mandalina ağaçlarına; serviler, akşam güneşinde daha açık bir yeşile çalarak evlere dokunacakmışçasına eğilip bükülüyorlar. Rüzgârdır, her şeyi bir dokunmaya, ötekine değmeye, onu tutmak istemeye doğru götürür. Mandalina ağaçlarının tepesindeki dallar güneştedirler ve yeşildirler. Belli olmasalar da olur – yeşilin kendi aydınlığı var çünkü. Ağaçlar, içlerinde küçük güneşler saklıyorlar, ışıklarını dallardan geçirerek. Sanki dışardan vuruyormuş gibi görünüp şavklanan aydınlığın içerden, ta içerden, dallardan yürüyen bir yeşil özsu gibi…

Devamını Oku
TOPLUM 

KÖPEK SOSYOLOJİSİ

Tanzimat modernleşmesinin, benim “asrîleşme ikonları” olarak kavramsallaştırdığım semptomları var: Üst sınıf erkekler için Fransızca konuşmak ve kadınlar için de piyano çalmak. Tanzimat, hatta Edebiyat-ı Cedide romanlarına bakıldığında görülen erkekler için Fransızcanın, kadınlar için de piyano çalmanın modernleşme kriteri olduğu görülür. ‘Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar’daki [YKY, 3. Basım, 2013] ‘Medeniyet: Parça mı, Bütün mü?’ başlıklı makalemde de belirttiğim gibi, bu bağlamda modernleşme ya da Batılılaşma ‘metonimik’ bir Batılılaşmadır: Metonimi, parçanın bütünün yerini alması, onun yerine geçmesi, onun yerini tutması demek! Fransızca konuşmak ya da piyano çalmak Batılı olmanın bir parçası…

Devamını Oku