EDEBİYAT 

EDEBİYATIMIZDA UZAK BİR COĞRAFYA / SELÇUK BARAN

(…) Hem çaresizliğin, anlayamamanın, çözümleyememenin, el yordamıyla yaşamanın, korkuyu bastırmak için cinayetlere bile kayıtsız kalmanın, hayata duyulan güzelim gençlik inancının çöküşünün doğurduğu bungunluğun, bir ömür süreceğine inandığınız büyük bir suskunun öyküsü mü olurmuş?” – Selçuk Baran, ‘Kış Yolculuğu’

Görmediğiniz evlerde, gitmediğiniz sokaklarda ve şehirlerde de bir yaşam vardır. Oralarda da sizin duyduğunuzu duyan, sizin gibi yaşamayı seven, yaşamaktan bıkan, kendini kendine mezar edip kendine gömülenler vardır. Topluma bakıp yaşamak karşısında, insan karşısında umutsuzluğa kapılıp artık bir şeylerin değişmesini yalnızca hayat ve zamandan bekleyen birileri vardır. İnsanı var eden, şekillendiren; yaşadıkları olduğu gibi yaşayamadıklarıdır da aynı zamanda. Düşlemek… Gerçekleştirmek için kendinde imkân ve kuvvet bulamamak da duruyor bireyin karşısında. Bilmek, görmek, duymak bir şeyleri değiştirmiyor bu çağda; bu çağın insanı bildiğinin, gördüğünün, duyduğunun sancısını çekiyor. Bu sancıları, bu çağın insanından evvel duyup eserlerine aktaran Selçuk Baran (1933-1999), sizleri sizler için yıllar öncesinden kalan, fark edilmemiş, yoğun bir sesle anlatıyor.

Türk öykücülüğü 1970’ler ve 1980’leri içine alan devrede büyük ve çeşitli gelişimler göstermiştir. Bunda pek tabii siyasi ve toplumsal değişimin ve hareketin canlı olması bir etkendir. Politik karmaşalar, köyden kente göç, yurtdışına yapılan göçler, toplumu değiştirerek edebiyatımıza da bu değişimi yaşayan insanın sorunsallarını sunmuştur. Bu dönem, politik bir kargaşa ve panik dönemidir; kargaşa ve panik, akislerini edebiyatta da bulmuştur. Yazında ağırlığı hissedilen toplumcu yazarlardır denebilir. Beriki yanda salt bireyi, dünya ile olan alakası yönünden ele alan, çevrenin ve koşulların birey üzerinde meydana getirdiği etkileri işleyen yazarlar da bulunmuştur. Türk öykücülüğünde kadın yoğunluğu 1970’ler itibari ile artmaya başlar. Sevgi Soysal, İnci Aral, Latife Tekin, Tomris Uyar, Peride Celal gibi yazarlar gün yüzüne çıkar. Edebiyatımızda yoğunluk kazanan kadın yazar duyarlılığının bir penceresi de Selçuk Baran’dır.

Edebiyatımızın geniş haritasında bir de Selçuk Baran vardır. Yaşadığı ve yazdığı dönem içerisinde dahi kuvvetli kalemine karşın birkaç okur tarafından bilinen, birkaçı tarafından ilgi duyulan bir yazar olmuştur. Daha çok öykücü kimliği ile öne çıkan Baran, yalnızca üç roman yazmıştır: ‘Bir Solgun Adam’ (1975), ‘Bozkır Çiçekleri’ (1987), ‘Güz Gelmeden’ (2000). Dönemi içerisinde yazmak olgusuyla bir dargın bir barışık olan Baran, bir yazma kırgını olarak veda eder yaşamaya. Onun kırgınlığının temel nedeni okurun kendisine beklediği ilgiyi göstermemesi ve yaşamında var olan ailevi sorunların getirdiği kafa karışıklığı ve bunalımlardır.

Hayatının son dönemlerinde kendisini, ailesini ve çevresini sorgulamaya başlayan Baran, bu sorgulayıştan mağlup ayrılmış bir yazar olarak kazınır yazınımızın soy kütüğüne. Kendini romanına da ad olan “solgun adam” ismini vererek tanımlar. ‘Bir Solgun Adam’ romanında da gizliden gizliye kendisi için hissettiklerini döker ortaya. “Ben önemsiz, herhangi bir insanım.” (Baran, 2010: 11) diyen Baran, varlığının sancılı dönemlerine bir atıfta bulunmuş gibidir. Yazar, dünyaya veda ederken kırgınlıklarını da yanında götürmüş, dargın ayrılmıştır. Bu dargınlığın iki başat nedeni vardır; ilkin yazdığı eserlerin yayımlanmasındaki desteğin sönük kalması, ikincileyin de hayatında bitip tükenmeyen iniş çıkışlardır. Okurun da kendisine uzak olduğunu düşünen yazar, okura ulaşamamaktan yakınmış, bu durum yalnızlığını/edebi yalnızlığını perçinlemiştir.

Tomris Uyar, bu durumun nedenlerini şöyle ifade eder:

(…) Yüz çizgileri onun yazdığı dönemde daha pek belirgin olmayan günümüz genç okur kitlesi, ‘anlık mutluluklar’a yönelik bu çağrıya yakınlık duymadı; okurların bir bölüğü de bu ucu açık yolculuğun yeni bir düzende son bulmasından çekindi hep.” (Uyar, 1999: 35)

Gerçekten de yazdıkları ile okura beklediğinden –ve görece fazlasını– farklı, bu farkı da alışık olmadığı ‘anlık mutluluklar’ ile veren yazar, tekdüzeliğin dönemi içinde yarattığı havayla boğulmaya başlamıştır. Okur henüz bu türlü bir yazınla tanışık değildir. Böylesi bir değişimi de sindirecek bir okur kitlesi henüz yetişmemiş, Baran’ın yazdıklarına yabancı kalmıştır.

Ülkü Uluırmak, Selçuk Baran için “Haziran” (Uluırmak, 2007: 51) tabirini kullanırken; Ayfer Yılmaz, onu “Sonbahar” (Yılmaz, 2010: 18) olarak adlandırır. Biz de bu konuda sonbahara daha yakın buluyoruz yazarı; gerek yaşadığı hayatın gerekse eserlerinin çerçevesi durumundaki umutsuzluk ve hüzün onu sonbahara daha bir yaklaştırmaktadır. Eserlerinde ve özellikle hayatındaki kırılmalar bir yaprak dökümü vaktini andırmaktadır. Bunu şu sözlerle döküyor ortaya:

Biliyorum, umutsuzluğu kimseler üstüne almıyor. Öyle ya. Sosyalizm varsa umutsuzluk gündem dışı olmalı. Ama ben umutsuzum. ‘Solgun Adam’ı yaşıyorum her gün. Dünyada bir yabancıyım. Her sabah yabancı gözlerle uyanıyorum. Gün boyu kendimi gizleyerek insanlarla ilişkimi sürdürüyorum; yabancılığımı bir günah gibi taşıyarak ve gizleyerek. Korkunç çabalar harcıyorum. Akşama doğru başkalarını kandırdığım gibi kendimi de kandırmayı başarıyorum; öykülerdeki umut dolu karşı koyuşu yaşıyorum.” (Ekinde ve Yazında Sesimiz, 1981: 1-4)

Haziran’la yazın dünyamıza giren Selçuk Baran, yaşamına ‘solgun bir adam’ olarak devam etmiş ve öyle veda etmiştir. Bu itirafında sosyalizmin o dönemki hâkimiyetinden ve insana sunduğu suni gerçeklikten de yakınmıştır.

Ülkü Uluırmak, Selçuk Baran’ı anlatırken şu ifadeleri kullanır:

Genelde karamsardı. Yine de bu karamsarlık zaman zaman çocuksu bir coşkuya kapılmasını, belli duraklarda yaşamı yeniden kurmasını (belki de kurgulamasını) engellemedi. En umutsuz, en umarsız dönemlerinde bile bunu bilinçli yaptı. Yaşam kimi insanlara çok acı verir. Kimileri de hiç umursamadan geçip giderler bu dünyadan. Bir duyarlılık sorunudur bu. Selçuk Baran bu dünyayı duyarak, umursayarak yaşadı.” (Uluırmak, 2010: 10)

Yaşanılan dünyayı duymak, sorumluluğunu kabul etmek karamsar bir hava yaratmakta, bu hava içerisinde yaşamı yeniden, kendi isteğince kurma çabası ortaya çıkmaktadır. Birey bu çaba içerisindeki tasarılarını gerçekleştiremediği sürece karamsarlığı daha bir sahiplenerek yabancılaştığını hisseder. Baran’ın hayat karşısında kurduğu tasarı ve beklentilerin olumsuz sonuçlara varması onu karamsarlığa ve bir umut yitimine zorlamıştır. Bu karamsarlıkla birlikte yazmaya da kırgınlık besleyen yazar, “Başarısız bir yazar olduğumu kabullendiğimden, 1994’te yazmamaya karar verdim. O günden beri, herhangi biri olarak hayattan keyif alıyorum.” (Günçıkan, 1995: 21) diyerek yazdıklarının okurda bir anlam kazanamamasının kendisinde yarattığı vazgeçişi ifade ederken; bir mektubunda ise, “Yazmam gerek. Dergiler için ya da kitap olarak basılsın, başkaları okusun diye değil, yaşamın bana haklı ya da haksız öyle gelen saçmalığından, giderek başkalarının yaşamında bulduğum ve bunalımını duyduğum anlamsızlıktan kurtulmam için yazmam gerek.” (Uluırmak, 2010: 37) diyen yazar, hayatındaki anlam bunalımından, yaşadıklarını anlamlandıramamaktan dolayı çektiği sıkıntının yalnız yazmakla giderebileceğine inanmaktadır.

Okura ulaşamadığını düşünen yazar, kendini başkasına anlatmak gereğini bir kenara koyarak yalnız anlatmayı düşünmektedir. Okuru isteğince yakalayamayan yazar yazmaya uzaklaşırken, bir yandan da anlatma zoru ile yazmaya olan gereksinimini ve bağını ortaya serer. “Selçuk, coğrafya kitaplarının deyimiyle ‘rejimi düzenli’ bir ırmaktır. Ama Anadolu’da olduğundan, taşmaya hazırdır hep, istemese de.”  (Lekesiz, 2001: 298) Evet, gerçekten de taşmaya hazır, debisi yüksek bir ırmak görüntüsü çizer Baran. Ancak bize kalırsa hayatı boyunca taşamamış, kendi yatağına mahkûm bir ırmak olarak kalmıştır.

Selçuk Baran’ın yaşadığı-yazdığı dönem içinde okur tarafından yeterli ilgiyi görmemesinin nedeni hem Selçuk Baran ile hem de okur ile ilgilidir. Bir yazarın eseri içinde mevcut olan kodları çözümlemek, yazarı anlamak ve metne dair bir beğeni duymak için aynı veya benzer şeyleri yaşamak, aynı hisleri duyumsamak ya da metni oluşturan imajları idrak edecek bir okur olma gereği vardır. Baran, dönemin yaygın olan sosyopolitik imgelerini kullanmak yerine bu imgelerin birey üzerinde, özellikle orta düzey insan tipi üzerinde bıraktığı etkiyi öykülerine taşımıştır. Ancak devir açıklık ve hareket devridir. Okur sokakta var olan hızı ve büyük heyecanları bekler. Baran ise öykü ve romanlarında daha çok bu hız ve heyecanları karakterlerine bir tasarı olarak sunar ve karakterlerini teşebbüsten uzak olarak yaratır. “Bir konum değeri, bir aktif güç olan insan düşünür, gözlemler, muhakeme yapar ve yaratır.” (Özbay, 2017: 6) Baran’ın öykülerindeki insanlar, düşünür, gözlemler, muhakeme yapar; ancak yaratma ediminden uzaktır. Onun öykü veya romanlarındaki kişiler sessiz, kıpırtısız, yaşamın kendileri üzerindeki etkilerinden memnuniyet duymayan, olduğu yerden bir başka uzama geçişi hayal eden fakat hiçbir harekete güç yetiremeyen aydın yahut yarı aydın kentlilerdir. Okur böylesi bir yazınla tecrübesi bulunmadığından kendini Baran’a yakın hissetmez.

Dönem içerisinde radikal olan Selçuk Baran’dır. O anki yaşam içinde apolitik olan, politize olmanın sonuçlarından ürken bireyler bile dönemin koşullarına sırtını çevirmemiş, buna göre entegre olmuş, bu türlü bir yaşamın gereklerince evrilmiştir. Selçuk Baran ise sola yatkın olmakla birlikte güncele sırtını dönmüş, yaşamı ve eserlerinde toplumun kıyısında yer almayı seçmiştir. Adeta topluma yalnız olmadığını, sadece dünyanın kendisi için çok kalabalık olduğunu söyler gibidir. Öykü ve romanlarındaki kişiler, kendisinden farklı libaslar giyinen kendisidir gene.

Çok kalabalıktınız dedim. ‘Evde, sokaklarda, dükkânlarda, dolaplarda…’ Günün birinde kalabalığı silkelemekten ve tek başıma kalmaktan başka bir isteğim olmadığını anlayıverdim. Herkes bir şeyler istiyordu. Daha çok oda, daha çok kitap, daha iyi dinlenmek, temiz gömlek… Bir gün ben de bir şey istesem, dedim. Bu yaşamımın neresine geldiğimi kendi kendime sorduğum gündü. Fazla da uğraşmadım.”  (Baran, 2012: 48)

Çoklukla öykülerinde kaçma, kendi başına olma, kendisi için bir şey isteme durumunu derin yapıda okura sunan Baran, “Yalnız başıma olabilmeliyim. Birazcık olsun. Günde bir saat kalemimle baş başa kalabilsem, kendimi iyi ederim gibime geliyor.” (Uluırmak, 2007: 37) diyerek öyküleriyle paralel olan ruh halini sunar okura. Ev, çocuklar ve koca ile kuşatılmış, kendisine yaşama alanı bırakılmamış gibi hisseder. ‘Ceviz Ağacına Kar Yağdı’ öyküsünde sözü edilen, oda, kitap, dinlenme, gömlek kendisi etrafında oluşan kuşatılmışlığın imgeleridir. Bu imgeler ile kendini ortaya koyma, varlığına dair bir istem eylemine ket vurulduğunu imler.

Kaçmak; zavallı, önemsiz bir şeydir. Buna başarı denmez. Ben kaçtım. (…) Sonra büyüdüler. Kocaman, yabancı adamlar oldular. Buna engel olmalıydım. Kocamın yatağımızı ikiye bölüp ortasına çalışma masasını koymasına engel olmalıydım. Kitaplarını yatak odamıza sokmasına engel olmalıydım.” (Baran, 2012: 50)

Kaçmayı bir eylem olarak, hayatındaki sorunları çözmek için bir hareket olarak görmeyen, yüzey yapıda öykü kahramanı, derin yapıda ise buna benzer sorunlar ile baş etmeye çalışan yazar, yapmaları gerekenleri bilmektedir. Ancak ne öykü kahramanı ne de Baran böylesi bir eylemde bulunur. Çocuklarının yabancılaşması ve kocasının kendisinden ayrı bir yaşam istikameti tutturması karşısında çıt çıkarmayan bir seyirci konumunda olmuştur. Eserdeki kahraman, yazarın deforme edilmiş, bastırılmış, yüzeye uzak kişiliğidir.

Selçuk Baran, eserlerinde yarattığı imajlarla bir şey anlatmak, bir şey söylemek niyetinden çok, sezdirmek tasası içindedir. Ancak içinde yaşanılan devir sezme çağından çok anlatma, bir şeyler söyleme devridir. Okurun beklentisi kendisine bir şeyler anlatılması, bir şeyler söylenmesidir. Her dönem kendi okurunu yaratır. Bu sebeple okur da söylem devrine, bu devrin politik havasına kanalize olmuştur. Beklediği; hareketi düşünmek değil, hareket etmektir. Edebi metinlerde bile kendisini kıpırdatacak bir yön aramıştır. Baran’ın eserlerinde ise okura melankolik ve ifadesiz bir iç çekme evreni sunulur. Burada kendisini kötü yazdığı düşüncesine, yazmaya ve dünyaya kırgınlığa iten şeyin Baran ve okur arasında yaşanan farklı bir duyumsama devresinin oluşudur.

Bir eserin ortaya çıkışı yalnızca yazarın duyduğu iç uyaranlar ile ilgili olmaktan çok bu iç uyaranlar ve dünyaya, döneme, uzama ait dış uyaranların ortak etkisi ile olmaktadır. “İmgeyi oluşturan sadece bireysel inançlar ve düşünceler değil, aynı zamanda toplumsal değerlerdir.” (Ulağlı, 2018: 21) Selçuk Baran’da imgeler henüz toplumsal, daha doğru ifade ile mevcut okur kitlesi ile bir bağlam yaratacak imgeler değildir. Bu sebeple Baran’ın imgeleri o dönemde kabul görmeyen, rağbet edilmeyen, henüz buralı olmayan şimdinin imajlarıdır.

(…) Kuş deyip geçmemeli, arkadaş olur insana. Hem derler ki, kanarya uğurlu hayvanmış. Çocukluğumda duymuştum. Ne iyi olurdu bir kanaryamız olsaydı… Şakrak şakrak öter, ben de dinlerdim. Öyle yalnızız, bu ev de öyle sessiz ki…” (Baran, 2012: 29)

Kavak Dölü’ adlı öyküde, yalnızlığı kuş imgesine yükleyerek yalnızlığı kanarya üzerinden aktarmıştır. Kahramanın yalnızlığı, yaşadığı olaylar ile ilgili olmaktan çok, yaşayamadıkları ile ilgilidir. Kahraman, yaşlı halasıyla birlikte yaşayan, hiç evlenmemiş, evinden terzilik yapan, ihtiyarlaşmaya başlayan bir kadındır. Yalnızlığı duyumsayan, yalnız kendisi değil, halası da bunu kanarya isteği ve evin sessiz oluşundan yakınarak dile getirir:

Emine, kısır tohumlar gibi, boşa saçılan serpintilerin ortasında yağmur bekleyen bir ağaç gibi kıpırtısız duruyor, boğazından yüreğine, oradan da kasıklarına doğru çağıl çağıl inen karanlık, kabartılı dalgaları dinliyordu.” (Baran, 2012: 30)

Emine bu pasajda tatmin edilmemiş cinselliğinin uyanışını sezmeye başlar. Bu sezişi kavak dölleri üzerinden yapar. Rüzgârda savrulan, toprağa karışmayan, vazifesini yerine getiremeyen tohumların üzerinden kendisini ele alır. Tıpkı ağaçtan düşen kavak dölleri gibi cinselliğin kendisinden göç etmeye başladığını sezinler. Burada eskiden beri var olan kadın ve doğa ilgisi kurularak Emine’nin her ay gebeliğe hazırlanan rahminin sonuçsuz kalan istemi, toprağın tohuma ulaşamaması ile benzerdir. Yaratılan bu imgeler, kadının cinsellik konusunda uzun yıllar ve belki de hâlâ süren suskunluğuna dair bir fısıltıdır. Bu imajlar mevcut dönemin okurları için var olan ama sırası gelmemiş, önem sırasında geriye itilmiş duyumsamalardır.

Her zaman evde bulunduğunu bilmek ne iyi… Teyzekızı dediğin böyle olmalı işte. Diri, genç erkek görünüşü, limon kolonyasının yumuşattığı ter ve tütün kokusuyla canlı, değişik bir rüzgâr gibi odaya girmiş, küçük evi kolundan tuttuğu gibi şöylece çevirip yerine oturtmuştu. ‘Aklıma esti mi çıkıyorum yola. Sonra da seni bir hafta önce giderken bıraktığım yerde, koltuğunda, işinin başında buluyorum.’ Emine’nin Rahmi’yi görür görmez gözlerinde beliren pırıltı gölgeleniverdi. Mumyalar gibiyizdir biz, dedi sesini acılaştırmadan, halayla ben elsiz, ayaksız mumyalar gibiyiz. Bir yere gidemeyiz.” (Baran, 2012: 30-31)

Rahmi’nin gelişi eksik olanın tamamlanma olasılığını doğurmuş, evin yuva olma konumunu kazandığına inandırmıştır Emine’yi. “Genç görünüşü, limon kolonyasının ter ve tütün kokusuyla” karışık havası Rahmi’yi bir erkek imgesi olarak meydana getirir Emine’nin zihninde. Emine için cinsel bir solumadır bu kokular. Ancak Rahmi’nin kafasındaki Emine imgesi, onda bu olasılığa bir darbe indirir. Artık bundan sonrası bir kabulleniş, sıkışıp kalmanın, hareketsizliğin itirafı gibidir.

Şu duvarlar arasında sürdürdüğü hayatla, dışarıda akıp gidenin birbirine benzeyip benzemediğini bilmek istemez miydi acaba? Ani bir elseverlikle kızda bu merakı uyandırmak, sonra da en uygun biçimde gidermek istedi. ‘Elinden tuttum mu bitiktir işi’ diye düşündü, hınzırca, gene de Emine’ye saygısızlık etmeden. Ne var ki önünde sonunda kıza olurdu olan. Üstelik bir gün gelip kendi anısının da şu soluk çiçekler gibi bir köşeye yerleştirileceğini, gitgide solarak, yüreği bulandıracak kadar eskimesine rağmen, yerine bir yenisi konamadığından sonsuza dek kalacağını biliyordu.” (Baran, 2012: 32)

Rahmi de bu cinsel çağrıyı duymuş, ancak yapacağı eylemin devamını getiremeyeceğini bildiğinden cevap vermemiştir. Bu saydam ve sessiz cinsel bağın gerçekleşmesi, Emine için anlık bir tatmin olabilir; ancak daha sonra içinden çıkmaya muktedir olmadığı uzamın bir parçası, yerini dolduramayacağı, kendisinde tahribata yol açabilecek bir anı olarak kalacaktır Rahmi’ye göre. O, Emine’yi gerçeğe yönelik kışkırtmaktan çekinerek bu çağrıya kulak vermez. Emine seçen, hayatını meydana getiren bir özne değildir. O, daha çok oluşan durumlara alışan bir yapıdadır:

Saat onda Rahmi kalktı. Emine, ‘Daha erken’ diyecekti, olmadı. ‘Eh, peki. Gene gel ama arayı uzatma.’ (…) Ayağa kalktı. Kapıya doğru yürürken her adımda duraklar gibi oluyor, son fırsatını kullanıyormuşçasına umutsuzluktan tükenerek bekliyordu. Gene de pek çabuk açtı kapıyı. ‘İyi geceler’ dedi ve her şeyin bittiğini anladı. Kapı bir alınyazısının kesinliğiyle kapanmıştı. (…) Sofrayı topladı. Rakı şişesini dolaba kaldırdı. Ta içinde yeni farkına vardığı küçük ince, nazlı bir şey kırılıvermişti. Emine’nin onu fark etmesiyle kırılması bir olmuştu. Rakı kadehini musluğa koyarken bir an elinde tuttu. ‘İncittin beni,’ dedi yavaşça, ‘öyle incittin ki…’ Yüreği tıkanarak dudaklarını kadehin çevresinde gezdirdi, soğuk camı dudaklarına gömdü. Sonra yıkanıp yatağına girdi. Yorgun, düşsüz, kaskatı ihtiyar kız uykusuna daldı.” (Baran, 2012: 32-33)

Emine, içinde duyduğu arzu için yalnızca bekleyerek bir şeyler olmasını ister. Cinselliğin imgesi olarak kendine sunduğu Rahmi de bu yönde bir hareket göstermediğinden, onu olduğu, durum ve uzamdan çekip almaya yönelik bir tavır sergilemediğinden içsel bir kırıklık yaşar. “Sindirella gibi (…) hâlâ dışarıdan bir şeylerin kendi yaşam(ını) değiştirmesini bekliyor”dur Emine (Dowling, 1994: 25). Emine için Rahmi dış dünya demektir, dünyayla, dışarısıyla olan münasebetidir. Bir şeyleri değiştirecekse hayatında, bunu Rahmi yapacaktır. Bu istek ve beklentisi karşılanmayan Emine gene kendi yaşamına dönüp beklentisiz olmayı sürdürmektedir. ‘Kavak Dölü’ öyküsü, yatağında kurumak üzere olan cinselliğin yanıtsız kalmasının anlatısıdır. Bu öykü ile kadın cinselliğinin erkek etrafında oluşan bir dekor olmanın dışında öte bir yapı oluşturarak erkeği öykü içinde, kadın etrafında bir dekor olarak kullanmış, gelenekte olan inanç, kabul ve yazına, olduğu yeri değiştirmeden, sessiz bir itirazdır.

Değindiğimiz öykülerden de anlaşılacağı üzere Selçuk Baran’ın eserlerinde oluşturduğu karakterler, geçmişte yaşamış bugünün insanlarıdır. Baran’ın döneminde henüz ekseri bir durum arz etmeyen kentli, aydın, yarı aydın insan tiplerinin yaşam karşısındaki tavrı, belki de tavırsızlığı bugün karşılığını bulmaktadır. Yazarın yaşadığı dönemde karşılık bulamamasının sebebi, dönem insanının kentli olma sürecini sağlıklı yaşamaması, aydın yahut yarı aydın olma evresine yeni yeni geçişler gösterilebilir. O dönem köyden kente göçler, göç edenleri kentli yapmaktan çok, göçerlerin kendileri için bir alan yaratıp kendi kültürlerini kente getirerek kentli olma durumunu yadsımalarıyla sonuçlanmıştır. Kentli insan sayısının mübadele ile azaldığı da bir gerçektir. Mübadele ile gelen bakiye Balkanlarda yaşayan köylüler idi. Bu gelen topluluğun da kentli olma süreci zaman almıştır.

Eserlerinde çetin bir anlatıma başvurmayan yazar, gündelik dilin rahat ve samimi havasına sığınmıştır. Onu, bugünün kitap sevicileri hiçbir şey için değilse bile diyalogları ve Türkçeyi sıcacık ve özenli kullanması sebebiyle okumalıdır. Dönemi içerisinde okur henüz ona hazır değildi; ancak bugünün okuru buna hazırdır. Her okur, kendinden bir parça, kendisi için söylenmiş uzak bir ses bulacaktır. Edebiyatımızın uzak bir coğrafyasında bir yer var sizleri bekleyen.

KAYNAKLAR:

  • Baran, Selçuk (2010), ‘Bir Solgun Adam’, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
  • Uyar, Tomris (1999), ‘Selçuk Baran’ı Anarken’, Virgül, S. 25, s. 12, İstanbul.
  • Uluırmak, Ülkü (2007), ‘Haziran’dan Kasım’a, Selçuk Baran’dan Kalanlar’, EOS Yayınları, Ankara.
  • Yılmaz, Ayfer (2010), ‘Hüzün Mevsiminde Bir Yazar, Selçuk Baran ve Eserleri’, Her Dilde Yayıncılık, Ankara.
  • ——— (1981), ‘Selçuk Baran ile Konuşma’, Ekinde ve Yazında Sesimiz, S. 137, s. 1-4.
  • Günçıkan, Berat (1995), ‘Gölgenin Kadınları’, Yapı Kredi Yayınları, I. Baskı, İstanbul.
  • Lekesiz, Ömer (2001), ‘Yeni Türk Edebiyatında Öykü’, Cilt 4, Kaknüs Yayınları, İstanbul.
  • Özbay, Utku (2017), ‘Güney Dal’ın Romanlarında Var Olma Biçimleri ve Göç Olgusu’, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ardahan.
  • Ulağlı, Serhat (2018), ‘Öteki’nin Bilimine Giriş İmgebilim’, Motto Yayınları, İstanbul.
  • Baran, Selçuk (2012), ‘Ceviz Ağacına Kar Yağdı – Bütün Öyküleri’, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
  • Dowling, Colette (1994), ‘Sindrella Kompleksi Çağdaş Kadında Bağımsızlık Korkusu’ (Çev. Selçuk Budak), Ankara.
Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar