EDEBİYAT 

ÇOK SATMAK, ÇOK KAZANMAK

Kitap, elbette bir metadır; yani herhangi bir ticari eşya gibi alınıp satılan bir şey! Kapitalizm, şeylerin kullanım değerlerini geriye iterek değişim ya da mübadele değerlerini öne çıkardığından beri kitabı temellük edeni kullanım değerini temsil eden ‘okur’dan değişim değerini temsil eden ‘alıcı’ya dönüştürdü.

Marx’ın Das Kapital’de ‘meta fetişizmi’ diye kavramsallaştırdığı durum, kitap bağlamında, ‘okur’un ‘alıcı’ya dönüşmesinden başka bir şey midir acaba? Kitap da, bütün öteki emek ürünleri gibi, meta, yani ticari mal kimliğiyle piyasada dolaşıma girdiğinde fetişleşiyor. Fetişleşme ya da insan emeğinin ürünü olan bir şeyin –burada söz konusu şey kitaptır– bir değişim değeri –kitabın fiyatı– biçiminde görülmesi!

Meta fetişizmi, değişim değerini tek başına o şeyin özü haline getirir. Kitabın fiyatı, kitabın özü olur. G. A. Cohen’in Karl Marx’ın Tarih Teorisi’ndeki ifadesiyle, meta fetişizminin iki evresi var:

Birinci evre, değişim değerinin maddi temelden –emekten– ayrılması ve ikinci evre, değişim değerinin metanın özüne atfedilmesi!

Bu durumda değişim değeri, tek başına şeylerin aslı ya da özü haline gelir. Piyasa, metayı fetişleştirir; kitap fuarları ise, Walter Benjamin’in Pasajlar’daki deyişini biraz değiştirerek tekrarlarsak fetişleşmiş metanın ‘tapınıldığı yerler’dir.

Benjamin’in bugün Türkiye’deki kitap piyasasındaki meta fetişizmine ışık tutan çok kışkırtıcı bir tespiti de var: “Mal denilen fetişe hangi dinsel törenlerle tapılacağını moda saptar.

Gerçekten de öyle:

Kitaplarının, kendi emeklerinden ayrılarak bir değişim değerine dönüşmesinden ve ‘moda’ oldukları için çok satılmasından mutlu olan yazarlar, meta fetişizminin onları, kendi emeklerinin ürünü olan şeye, yani kitaplarına yabancılaştırdığının farkında bile olmadan, stantlarda bekleşen alıcı –‘okur’ değil– kalabalığına, yüzlerine yayılan mutlu bir gülümsemeyle bakıyorlar. Şimdi tıpkı herhangi bir şey gibi, kitaplarının ‘moda’ olmasıyla ‘yazar’ kimliklerinin bir ‘marka’ya indirgenmiş olması tedirgin etmiyor onları. Hiç etmiyor! ’Yazar’ olarak değil, ‘marka’ olarak; ‘okur’ karşısında değil, ‘alıcı’ karşısında bulunuyor olmaktan rahatsız değiller! Asıl hazin olan bu!

Benjamin’i dinleyelim:

Dünya fuarları malın değişim değerini çarpıtır: Kullanım değerinin arka plana itildiği bir çerçeve yaratır. İnsanın zaman geçirmek için içerisine daldığı bir fantazmagori oluşturur. Eğlence endüstrisi de insanı malın eriştiği düzene yükselterek bu fantazmagoriye girmesini kolaylaştırır. İnsanoğlu da kendine ve başkalarına yabancılaşmasının tadını çıkararak kendini böyle bir dünyanın yönlendirmesine bırakmış olur.

Ekonomi-politiğin ‘kullanım değeri’ ve ‘değişim değeri’ gibi teorik kavramlarını kitapçılık alanına taşıdığımızda gördüğümüz şudur:

Bir edebi eserde ‘nitelik’i öne çıkaran kullanım değeri, ‘yazar’ ile ‘okur’ arasındaki ilişkiye gönderme yapar; kitabın bir meta olarak ‘nicelik’ini öne çıkaran değişim değeri ise ‘satıcı’ ile ‘alıcı’ arasındaki ilişkiye! Değişim değerinin niceliği öne çıkarması, kitabın edebi değerinden çok, kaça ve kaç tane satıldığıyla ilgilenilmesi anlamına gelir. Yazar da kendini bir ‘satıcı’, okuru da bir ‘alıcı’ olarak gördükçe piyasa kurallarına uymuş, ‘piyasa adamı’ olmuş olur.

Oysa Öteki Ses adlı o benzersiz yapıtında “En çok satanlar, edebi eserler değil, ticari eşyalardır” diyor Meksika’nın Nobel ödüllü büyük şairi Octavio Paz ve ilave ediyor:

Piyasanın mantığı, edebiyatın mantığı değildir!

Bu sözlerden alınacak dersler var…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar