CANIM ONAT!
-İSTANBUL-
Onat Kutlar’ın 1995 yılı başında, insani olan hiçbir şeyle bağdaştırılmasına imkân bulunmayan aşağılık bir terörist eylemle katledilmesi, o günlerde tam da kırk yıllık bir dostun, bir can dostun bu dünyadan gider olması anlamına geliyordu benim için, ama Yunus gibi, “Kalanlara selam olsun” diyemeden! Diyemeden, çünkü, The Marmara’nın kafesine konulan o menhus patlayıcının onun bu dünyadan gider olmasının habercisi olduğunu bilmiyordu ki…
Hep düşünmüşümdür: The Marmara Kafe’nin girişindeki vestiyere, içinde patlamak üzere ayarlanmış bombanın bulunduğu çantayı (ya da bomba, bir paltonun cebine mi yerleştirilmişti?) asan terörist, biraz sonra ölecek olan insanlara, göz ucuyla da olsa, şöyle bir bakmış mıdır? Baktıysa nasıl bir duygudur bu, neler hissetmiştir? Ya da Onat, Ergin’le otururken vestiyere, içinde bomba bulunan o her neyse onu asanla, teröristle, tesadüfen göz göze gelmiş midir? Sıradan bir merak benimki, biliyorum, ama bu sıradan merakın arkasında, yazılmayı bekleyen ve elbette hiç de alelade olmayan bir roman malzemesi var…
Onat’ın ölümünden hemen sonra, o sırada Yeni Yüzyıl gazetesinin sanat ve kültür sayfası sorumlusu olan sevgili Refik Durbaş, benden bir yazı istemişti. Kısa bir şeyler yazıp göndermiştim, Onat’ı henüz yitirmiş olmanın acı umarsızlığıyla… Turgut Çeviker, o yazıyı da almış ‘Onat Kutlar Kitabı’na. ‘Anımsa ey Onat!’ başlığını koymuşum o yazıya.
“Sevgili Onat, bilmeni istediğim bir şey var” diye başlamış ve şunları yazmışım:
“İkimizin yaşamını, tuhaf ve anlamlı bir raslantıyla, Tevfik Fikret’in iki şiiri ile ilişkilendirerek düşünüyorum bugünlerde: ‘Doksan Beşe Doğru’ ve ‘Bir Lahza-i Teahhur’. Anımsıyorsun, değil mi sevgili Onat? Ne olduysa ‘Doksan Beşe Doğru’, o uğursuz akşamüstü oldu (Benim, Ali’nin ve Ömer’in, ‘Bir Lahza-i Teahhur’la kurtulduğu akşamüstü!). Erkenden gelip oturabilirdik senin Ergin’le oturduğunuz masaya. Ve o ‘lahza-i teahhur’ olmasa sevgili Onat, tıpkı tastamam kırk yıl öncesinde, 1955’te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kantininde olduğu gibi, Ergin, sen ve ben, bir masanın çevresinde olacaktık. Uğur Cankoçak yayımlamıştı o fotoğrafı, anımsıyorsun, değil mi? Üçümüzden başka Demir var o fotoğrafta, Ferit var, Uğur var ve Ankara’dan bizimle konuşmaya gelmiş Cemal var. Demir geçen hafta İsveç’e dönmemiş olsaydı, yine Fikret’in deyişi ile ‘melanet gecesi’nde o masada olacaktı. Kırk yıl önceki fotoğrafta yoklar, ama Orhan’la Sezer de, yılbaşını geçirmek üzere Kaş’a gitmemiş olsalardı eğer orada olacaklardı! Elbette Hüseyin de… (…) Canım Onat! ‘Doksan Beşe Doğru’ bir ‘şeamet’le başladı. Ağlıyoruz evet, ama beyhude! ‘Beyhude figanlar yine beyhude eninler!’”
Onat, 1994’ün son günü, Tevfik Fikret’in dediği gibi, ‘Doksan Beşe Doğru’ suikaste uğradı; ben de eğer, yine Fikret’in dediği gibi ‘bir lahza-i teahhur’la biraz gecikmeseydim, oğullarım Ali ve Ömer’le The Marmara Kafe’de olacaktık…
Ne tuhaf, değil mi, Fikret’in iki şiirinin adlarının, Onat’ın ölümüyle (‘Doksan Beş’e Doğru’) ve benim ve oğullarımın ölümden kılpayı kurtulmuş olmamızla (‘Bir Lâhza-i Teahhur’) anlamlı bir tevafuk göstermesi?