SİDİK KOKULU ADAMLAR
-ADANA-
Çok insan tanıdım, çok insanla dost oldum, çok insanla seviştim. Tanımadığım insanları iki günde hayatımın merkezine aldım. Onlara sarıldım. Beraber uyursak yaralarımızın iyileşeceğine birbirimizi inandırdık.
Sarı duvarları olan, pencereleri hep açık, kapısı hep kilitli, yatağı her zaman dağınık evimde yeni bir güne uyandım. Balkonda saksının içinde can çekişmekte olan domatesin toprağı sıcak havanın ve kavurucu güneşin etkisiyle çatlamış, domates yapraklarını büzmüş, benim onu görmemi bekliyordu. Belki bir bardak su ile hayata dönerdi. Dönmeli miydi, bilmiyorum. Annem öldükten sonra çiçeklerine, domatesine sahip çıkacağıma dair söz vermiştim mezarı başında. Ancak daha önce de çok söz verip tutmamıştım. “Ben ölünce babanızı ihmal etmeyin. Her zaman arayıp sorun. O sizin babanız, oğlum.” “Anne, sen bunları düşünme, kardeşlerime de babama da sahip çıkacağım.” Uzun zamandır ne kardeşlerimi ne de babamı hatırlıyorum. Neredeler, kiminle beraberler, bilmiyorum. Umurumda dahi değiller, hava çok sıcak. Alnımdan boncuk boncuk ter akıyor. Bacak aram, koltuk altım ter kokuyor. Sabuna, suya dokunmak istemiyorum. Kendimi iyi hissetmek istemiyorum. Elim donumun içinden çıkmıyor, kaşınıyor, kaşınıyor, kaşıdıkça daha çok kaşınıyor bacak aram. Duvarda aslı duran Hz. Meryem’in bakışlarından utanıyorum da elimi bacak aramdan çıkartıyorum. Pencerenin önünde oturup geleni geçeni izliyorum. Benim bir berduş olduğumu düşündüklerine eminim. Cezvede kaynayan kahveyi eksik etmiyorum. Sigaram bittikçe komşunun oğlunu bakkala gönderiyorum. Ömer, İbrahim… Çocuklarım yanımda olsalar onlar giderlerdi bakkala. Çikolata alsınlar diye fazladan para verirdim. Onlar sigara almasınlar ama ekmek alsınlar. Anneleri Saliha yanımızda olmasa da olur. Saliha’yı sevmedim ki hiç. Sevdiğimi sandım. Ömer’i ve İbrahim’i de sevmiyorum. Bencil babamı, gariban annemi de sevmiyorum. Yoldan geçen kadınları, erkekleri seviyorum. Sakallı erkekler, geniş omuzlu erkekler… Kısa etekli kadınlar, kırmızı rujlu kadınlar… Pezevenkler ve orospular… Ben acı çekmek istiyorum. Yaşadıklarımla değil yaşayamadıklarımla acı çekmek istiyorum. Ondan evden çıkmıyorum ya. Benim bu yüzden bir hayatım olsun istemiyorum.
Sivrisinekler bacaklarımı, kollarımı ısırmış geceleyin. Her yerim kabarmış uyandığımda. Kaşıyorum, kolonya döküyorum. Kaşınma hissi geçmiyor. Isırıldığım her yeri kanatana kadar kaşıyorum. Kan akıyor, yatak çarşafına siliyorum. Tuvaletten sidik kokusu geliyor. Bu aralar bana en samimi gelen koku bu. Yıllar önce evine gittiğim bir arkadaşımın evi aklıma geliyor. Kutu gibi bir ev, tuvalet salona açılıyor. Yer tuvaleti… Bizler yer sofrasında mercimek çorbası içiyoruz. Kokular birbirine karışıyor.
Babamın Arabistan’dan getirttiği Revedor marka kolonyası babamın sidik kokan tenini aşıp da bize ulaşmıyor. Annem felçli nenemin bokunu temizliyor, annem ıslak mendilden, ıslak mendil kokusundan nefret eder. Şimdi toprağın altında ne kokluyorsun, anne? Deniz havası mı aldın ömrü hayatında, sen ağaçları severdin, parklarda oturup nefes alabildin mi? Cenazenin ortasında ölünün yanı başında başlarına attıkları zevksiz eşarplarıyla oturan kadınlar gibi ağıtlar yaktığımı sandım bir an.
Ben kaç cenazeden kaçmak için, tuvaletten ve boktan ve sidikten ve ter kokusundan kaçmak için, babamdan ve nenemden, kardeşimden kaçmak için tanımadığım adamlarla bilmediğim evlerde buluşup ot çektim, şarap içtim. En sevilmeyecek kadınları sevmedim mi ben? Nereden bileceksiniz ki? Pezevenkler ve orospular ve otlar ve uzuvlar… Sürtünmek ve sürtmek… Sonrasında uyanamamak…
Saliha’ya usulca yaklaştığım bir günün sonunda seviştiğimizi hatırlıyorum. Bakire olduğunu söylediğinde ondan kaçmak istiyorum. Hayır, diyor. Gidemezsin. Nasıl olacak, diyorum. Gülüyor. O hep gülermiş. Ağlarken de gülüyormuş bana, benden ayrılırken de. Fahişe diyeceğim, kızacaksınız. İnsan karısına fahişe der mi? Size ne? Ne diyeceğime ben karar veririm. Siz beni onaylamayın, siz beni sevmeyin, siz beni dışlayın. Ne kaybederim ben? Siz bizi anlamazsanız ne çıkar.
Midem ağrıyor, anne. Ağzın kokuyor, derdi bana Saliha. Ağzın bok gibi kokuyor. Gel kız seni öpeyim. ‘Siktir git, orospu çocuğu’ bakışı ile beni yerin dibine sokuyordu Saliha. Kaç kere kan kustum. Saliha, bana demedi ki hadi kalk bir doktora gidelim. Niye desin ki kocalık mı yaptım? Erkek olduğuma aldandı Saliha, ondan girdi koynuma. Adam değilmişim ben çok sonra anladı, anlayınca da söyledi. Şimdi nerede acaba?
Tozlu ve kirli balkona çıkıyorum. Sıcak balkon demirine yaslanıp düşünüyorum. Ben hep düşünürüm. Bugün bayram olmalı. Hanife Teyze’nin çocukları geldiğine göre bugün ya bayramdır ya da Hanife Teyze ölmüştür. Fallik Hanife’nin sesi sokakta yankılandığına göre bugün bayram. Oğlu Davut Hollanda’dan gelmiş. Karısına el öptürecekmiş bu bayram. Hanife Teyze’nin eli çiğ et kokar ya. Öpme kız. Adam ol, öpme. Erkek milletinin ailesine yüz verirsen kaynanan sıçar ağzına, kaynanan sıçmazsa Davut sıçar. Hanife Teyze de az kaşar değil. Mahallenin ağzı var dili yok kadınlarından Necla Abla’ya hava atıyor. “Oğlum gelinimi getirdi. El öptürdü. Alman çikolatası getirmiş. Kız bir hanım bir hanım. Giderken de cebime beş yüz avro koydu aslan oğlum.” Necla Abla diyemiyor tabii, oğlun adam olsaydı da evlenmeden önce sizi tanıştırsaydı, fikrini sorsaydı.
Şimdi ben bu ruhsuz ve renksiz hayatımın tam ortasında çıkış kapısı arıyorum. Bunca gevezeliğimin içinde elle tutulacak tek bir cümlemin olmaması beni çok üzüyor. Sevdiğim kadınlar beni sevmiyor, dost bildiğim erkekler beni dost görmüyor. Karanlık ve rutubet kokulu bir odada debelenip durduğum çarşafların içinde unutulmaktan korkuyorum. Unutulmayı seçen ben, unutulmaktan korkan da ben… Domatese bir bardak suyu çok görüp insanlardan merhamet bekleyen de ben.
Hanife Teyze’nin kaşarlığı, Necla Abla’nın hanımefendiliği, sokak köpeği Nazlı’nın korkaklığı, kedilerin arsızlığı, geceleyin herkes uyurken evine gelen Kız Tarık’ın yalnızlığı, sabah namazı için mahallede camiye giden Hasan Amca’nın tatlılığı… Sokaklardan taşan hüzün, evimden yayılan koku, yüreğime işleyen pislik…
Belki domatese bir bardak su dökmeliyim.