ÖYKÜ 

TAŞRADA BİR SABAH EZANI

Karanlık… Bir süredir yaşamım hep böyle başlıyor. Sabah aydınlığı belediyenin özensiz döşediği yoldaki taşlara vurmadan atıyorum kendimi sokağa. Sokak lambalarının henüz bozulmamış, belediyenin görmezliğine uğramamış olanları uzun aydınlık çizgiler yaratıyor etrafta. Bu saatte yalnız ben, köpekler ve uzun bir ömrün sonunu ibadetle telafi etmek isteyenler ayakta. Yolun sağında görüntüsünden bir köylünün sahiplik ettiği anlaşılan apartmanlar yükseliyor. Çünkü biçimsiz ve yalnız daha fazla daire sığdırma çabasının bir ürünü olduğu hemen anlaşılıyor. Köylüler köyde yaşayıp şehirde apartmanlar dikiyor bu çağda. Köylümüz de işin kolayını, kısa yoldan paranın kilidini çözmüş görünüyor. Yolun solunda ise yer yer bu tip evlere tesadüf edilse de küçük, müstakil kuş yuvalarını andıran sıvasız, tuğlaları seçilen evler sıralanıyor. Ne çirkin bir sokaktan geçtiğimi düşünüyorum. İç çekiyorum.

Biraz sonra bu kuş yuvasına benzeyen evlerin birinden, hiç değilse kıyısında meyvesiz bir ağacın bulunduğu kapıdan bir adam çıkacak. Adamla tanışmıyoruz. İkimiz de tanışmak için öyle hevesli görünmüyoruz. İkimiz de böyle teşebbüsten uzak, yalnızca elimizi kaldırıp geçiyoruz. Hiç konuşmadık. Konuşsak… Ne konuşacaktık? O belki “Bu sene kış erken geleceğe benziyor.” derdi de ben ne diyecektim? Her zaman yaptığım gibi sahte bir onaylama cümlesiyle sohbet bitsin diye bekleyecektim herhalde. Cümleye ben başlasam gene bana derin manaları varmış gibi gelen, ona anlamsız görünecek birkaç şey söyleyecektim, eminim. Bu da benim tuhaf olduğum hissisini doğuracaktı. Ama ben elmadan, ayvadan, ne bileyim işte, tarla tapan mevzularından anlamam ki! Hele bir sorsa Platon’u, Aristo’yu… Ama sormaz ki! Neden sorsun bir kere? Ne yararı var Aristo’nun, Platon’un yaşamak için? Sözgelimi, Aristo tencerede ne piştiğini, çoluk çocuğun ne giyeceğini ne bilsin! Sormamakta elbet haklı.

İşte çıkıyor. Sağ eliyle pas tutmuş demir bahçe kapısını çekerken sol kolunu ceketine geçirmeye çalışıyor. Beni fark ediyor her zamanki anda ve şekilde. Sağ elini kaldırıp geçiyor. Bu kez farklı mıydı? Dün sol muydu, sağ mı? Ne önemi var onun için, selamını verdi ya! Ama benim için var. Alışkanlıklarım değişti mi dayanamam. Okullu, bilgili bir dostum; “Sevmek bir yerden sonra alışkanlık halini alır. Zaten terk edildiğinde insan alışkanlıklarını yitirdiği için acı çeker.” demişti. Öyle ya da değil, her şey yerli yerinde kalsın isterim ben. Fakat hiçbir şey de yerli yerinde durmaz. İnsanlar ve her şey giderler, benden gittiler. Gitsinler, gitmesine de geride bir şeyler bırakmasalar keşke! Ama kalıyor işte, hiç değilse bir boşluk…

Ardından bakıyorum. Gidip adını sormak, “Kış erken gelecek herhalde.” demek, tanışmak, ona bir görüntüden daha fazlası olduğumu söylemek istiyorum. Benim bir de ruhum bulunduğunu, fikirlerim, önemsiz de olsa bir adım olduğunu söylemek, kendi varlığımı ona duyurmak istiyorum. Bunu yapsam belki de yaşadığıma, var olduğuma sahiden inanacağım. Sokağın köşesini döndü topukları ezilmiş kunduralarıyla. Dönmese bunu yapacaktım. Onu ve kendimi var olduğuma inandıracaktım.

Hayır! Bunu yapmayacaktım, biliyorum. Ama uykularımda nasıl yaşıyorum bir ömrü tastamam, nasıl mutluyum bir bilseniz. Anlıyorum ki bazıları var olmak için doğmamıştır. İşte ben de onlardanım. Yalnızca seyircisiyim bu hayatın. Biraz çiçek, biraz gökyüzü… O kadar. Güneşin hükmü başlıyor. Gün sıyırıyor karanlığı omzundan. Bir sigara yakıyorum. Sigara da olmasa hepten yalnız olduğuma inanacağım.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar