EDEBİYAT 

FÜRUZAN İÇİN…

Edebiyatımın ve diğer çalışmalarımın önüne hayatımla ilgili konulardan hiçbirinin geçmemesini önemsedim, önemsiyorum. (…) Ben, benim.” – Kitap-lık, S.152, s.8

2019 yılının Ekim ayında Çukurova Sanat Girişimi’nde (ÇSG) ayda bir kez cumartesi günleri ‘Öykü Serüvenine Yaklaşımlar’ üst başlığında bir yolculuğa çıkmıştık. ÇSG’nin bir “okul olma” çabasının yansıması olarak edebiyat da önemli bir yere sahipti bu yolculukta. O dönem dört ay kadar bu etkileşimli okumaları sürdürdük Sevim Sezer arkadaşımla. Bu öykü serüvenini biz Füruzan’la ve onun 1971’de Sait Faik Hikâye Armağanı alan ilk kadın yazar olarak anılmasını sağlayan, yayınlandığında çok ses getiren ‘Parasız Yatılı’ ile başlattık. ‘Parasız Yatılı’, Füruzan söz konusu olduğunda bir öykü okuru için akla gelen ilk eseriydi; pek çok öykü kitabı ve başka türlerde de (roman, röportaj) eserleri olmasına rağmen.

Parasız Yatılı’, yayınlandığında edebiyat camiasında büyük yankısı olmuş bir ilk kitap. Sait Faik Hikâye Armağanı alan ilk kadın yazar olarak Füruzan’a verilmesi bir tartışma başlatmış örneğin. Oysa 60’lı yılların ikinci yarısından sonra öykülerinin dergilerde görülmeye başlanmasıyla tanınan bir isim Füruzan o ödülden önce de. Memet Fuat, Füruzan’ın ‘Taşralı’ öyküsünü seçkisine almış; ‘Nehir’, ‘Su Ustası Miraç’ gibi öyküleri Papirüs ve Yeni Dergi’de yayımlanmış. O günlerin önemli edebiyat eleştirmenlerinin dikkatini çekmeye başlamış, öyküleri hakkında değerlendirmeler yazılmaya başlanmış. (Kitap-lık S.99, s.60)

Sait Faik’ ödülünden sonra Füruzan’ın çıkışının Memet Fuat tarafından “Füruzan olayı” diye adlandırılmasının; öylesine söylenmiş bir söz olmadığı (Kitap-lık, S.152, s.25), bu öyküler daha derin bir okumaya tabi tutulduğunda anlaşılır. Üstelik 70’li yıllardan itibaren edebiyatımızın en önemli eleştirmenlerinden biri olarak öne çıkan Fethi Naci’nin Füruzan öyküsüyle ilgili öyküde ayrı bir dünya yarattığı değerlendirmesinin onun öyküsü için ne kadar tanımlayıcı olduğunu gösteren örneklerle dolu Füruzan’ın öyküleri. (Bugün Parasız Yatılı 53 yaşındayken bile aynı heyecanla okunuyorsa zaten başka söz söylemeye de gerek yoktur.)

Kitaba adını veren “Parasız Yatılı” bir anne-kız öyküsüdür. Öykünün annesi; hastanede hasta bakıcı olarak çalışır, bu iş, anne için “bizim hastanedeki işimiz”dir. Kız hafta arasında sabahları kendi kendine hazırlanıp okula gitmek zorundadır. Bir odanın içine sıkışmış bu hayatın sürdürülebilmesi, ilkokula giden bir çocuk için zor olsa da üstesinden gelinmesi gereken pek çok şeyi başarmasıyla mümkündür. Dönüşlerde ısınmak için mangalı yakmak, gece yatarken mangalın kapağını örtmek, sabahları helva ekmekle kahvaltısını yapıp okula gitmek… Anne; bu hayatın gidişatını değiştirebilecek ve kızın okumaya devam etmesini sağlayacak tek çıkar yol olarak görünen parasız yatılı sınavına bel bağlamıştır. Bilenlerden her şeyi sorup öğrenmiştir anne: Kızı öğretmen olunca tayinleri nereye çıkarsa çekip gideceklerdir İstanbul’dan. Sınava giderken durmadan bu hayallerini, ikisinin hayali gibi çoğul dille anlatır durur anne. Kız suskundur, bir ara annesinin bitmez tükenmez monoloğunun arasında sorar:

– Bu, okulu kazanacakların hepsi de benim gibi yoksul çocukları mı, anne? Onu da öğrendin mi?

– Öyle ya, yoksul çocukları ki parasız yatılı için imtihan oluyorlar?

– Öyleyse ben burayı kazanırım. Üzülme. Sınavı pekiyiyle bitiririm. Artık burada arkadaşlarım olur. (Parasız Yatılı, 1993, s.107)

Ağarmış önlüğüyle, beden eğitimi dersi için gereken şort, tişört, lastik ayakkabıyı alamadıkları için dersin dışında bırakılmakla, öğleleri yoksul çocuklara çıkarılan yemeği yemekle arkadaşlarının dünyasından olmadığını; bu farkı da başarılı olmakla kapatıp onların arasına alınmayacağını çoktan kavramıştır kız belli ki.

Füruzan’ın sadece bu öyküsü değil, pek çok öyküsü akılda kalıcı ve vurucu cümlelerle açılıyor, çarpıcı cümlelerle bitiyor. “Parasız Yatılı”nın zihinlere kazınan şu cümlesi gibi: “Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.” (Parasız Yatılı, 1993, s.108)

Parasız Yatılı’, kitaba adını veren bu öykü ile başlamıyor. İlk iki öykü ‘Sabah Eskimişliğin’ ve ‘Özgürlük Atları’. Bu iki öykü, sürekli değişen anlatıcı kullanımı ile çok az sözcükle pek çok şeyi perdeleyen, anlamı çözmek için okurdan ciddi bir performans bekleyen yoğun öyküler… “Parasız Yatılı”daki üsluptan oldukça farklı ve teknik olarak da oldukça yeni…

Kitabın böyle bir öykü sıralaması ile okurun karşısına çıkmasının bir risk taşıdığını düşünür yayıncılar; bunlardan biri de Fürüzan’ın o dönemde eşi olan Turhan Selçuk’tur. (Füruzan, ısrarla adını vermeden, ‘çok ünlü bir çizer olan kişi’, ifadesiyle söz ediyor ondan. Bunun da Füruzan için özel bir anlamı var, sanatının önüne hayatıyla ilgili hiçbir şeyin geçmesini istemiyor.) Yayıncıların çabası sonuçsuz kalır ve kitap yazarın istediği öykü sıralamasıyla basılır. Füruzan için bu sıralama, kendi deyimiyle, “yazarlığını sınava sokmak” olarak görülür. ‘Parasız Yatılı’nın Elif Deniz’le birlikte Fransızca çevirisini yapan gazeteci Patrice Rötig’le yaptığı söyleşide bu öykü sıralamasıyla ilgili olarak şunları söylüyor Füruzan:

Kendimce yazarlığımı da sınava sokuyordum sanki okur gibi. Okumak istiyorlarsa sabırla yol almalıydılar. Önemli olan böyle bir okur profili ile karşılaşmaktı. Bu da cesaretten çok bir istekti. (…) ‘Özgürlük Atları’ ve ‘Sabah Eskimişliğin’ kimyasal bir çökelti olarak sözcükleriyle, biçemleriyle Parasız Yatılı’nın giriş kapısındadırlar, biraz da mizah katarsak antik aslan heykelleri gibi. İlle de daha geniş bir açıklama getirmem gerekiyorsa o öyküler, biçemleri ve içerikleriyle bir manifesto olarak da okunabilir.” (Kitap-lık, S.152, s.9)

Çünkü Füruzan öykü yazmaya başladığında ve onları yayımladığında “Nasıl–Niçin–Neden?” sorgulamalarından vazgeçmeden bunlar üzerinde yeniden yeniden düşünerek az sözcükle yoğun bir anlamı yakalamak üzerinde kafa yormuş, kendi üslubunu yakalamış bir yazar olarak yola çıkmıştır.

Füruzan, İstanbul’un yoksul semtlerindeki her odasında başka kiracıların oturduğu eski evlerde yaşayan her nasılsa yoksul düşmüş, geçmişte kalan hayatta zenginliği yaşamış ve ince zevkleri olan anne ile imkânsızlıklar içinde kıvranmasına rağmen elini bazen sertçe, bazen çok gevşekçe de olsa tutmayı bırakmadığı kızın hikâyesini pek çok biçimiyle karşımıza çıkarır. Bu öykülerin hiçbiri diğerinin aynısı değildir, özde bir taraftan çok yakın akraba gibi duran sonsuz bir hikâyedir onun öyküleri. Sıradan insanlar” ya da “küçük insanlar” tanımına sıkıştırılmış çoklardan, çoğunluklardan seçilmiş bu anne-kızların her biri biriciktir.

Sabah Eskimişliğin” öyküsü tam da Füruzan’ın söylediği antik aslan heykeli gibi karşılıyor okuru. Füruzan öyküsünün akılla okunmasını istiyor, duyguyla değil; “Parasız Yatılı”da bir hayli duyguya kapılıp giden, okurken gözleri buğulanan, boğazı düğümlenen okurdan bu iki öykü için bambaşka bir çaba istiyor yazar. Her satırında, her cümlesinde durarak, düşünerek ve sorgulayarak okunmalı ki anlatan kim, kim konuşuyor, yollarda kaybolunmasın.

Sabah eskimişliğin buzulları burnuma dek geliyor. Bilmem ne hanım diyesiymiş ki ‘Ayol, onun kocası koskoca bir koca ki!’ Her kez sobaya kömür atmak gerekir, yoksa söner. Sobada eskimiş kışların külleri var, ama mangal külleri. İki yüz gram beyazpeynir, yarım ekmek, ‘Anneciğim, kış helvası alabilir miyim?’ (çünkü yaz helvası da var, dondurulmuş tadı olan bir helva.)” (Parasız Yatılı, 1993, s.7)

Daha sonradan başka öykülerinde de bir yerlerde yakalayacağımız yoksul çocukları kucaklamaktan aciz, yorgun, soğuk, sevgisiz öğretmen sızıyor bu öyküye de:

(…) Öğretmen tırnaklara bakacak, oysa kemirilmiş, sıskacık ellerimi saklayacak yer de yok, okul önlüğüm gittikçe soluyor, soluyor; öğretmen sevgisiz, soğuk, yorgun.” (Parasız Yatılı, 1993, s.8)

Okul, yoksul çocukların “öteki”liklerinin görünür kılındığı kurum olarak dışlanmanın mekânıdır bu öyküde.  Kız, hem öğretmen hem de arkadaşları tarafından yalnızlaştırılmış, ötekileştirilmiştir. Arkadaş grubunun dışındadır:

(…) Öğretmen güneş prizması, diyor. Çocuklar, yuuuuu diye bağırıyorlar, kıza bak kıza, takunya ile gelmiş, yuuuuuu. Yaaaaa hava alırsınız siz, ben kırkayağım, kırk ayakkabımla, hepsi de gıcır gıcır, koridordan geçiyorum: turuncu, yedi, on, otuz beş, hepsi de yeni, diyorlar, hem de güneşteki renklerden daha göz alıcı, affedersin kardeşim, biz seni yoksul sanmıştık, oysa senin kırk kürkün, kırk bileziğin, kırk sarayın, kırk havuzun, kırk güvercinin ve bir Zümrüdüanka kuşun varmış, bize gelsene oynayalım…” (Parasız Yatılı, 1993, s.9)

Ötekileştirme mekânı olan okul, arka sıra öğrencilerinin kendilerini gösterebilme yeri değildir ne yazık ki. Bunu ‘Lodoslar Kenti’ndeki şu dizelerinde de görürüz zaman içinde:

Bıkmadan hıçkıran/ müsamerelerin arka sıra öğrencisi/ yazdıklarını bir kendi oynar yangın arsalarında/ Bu karınca duası satan/ kavruk/ çolak edilmiş/ kolu zamansız kesilmiş fidan benzeri.” (Lodoslar Kenti, s.40)

Çocuğun kirpikli çocuk gözleri vardı. Yemek yediği iskemlenin üstünden inip kediye gitti. Kedi sobanın yanında kedileşip duruyordu.” (Parasız Yatılı, 1993, s.12)

Özgürlük Atları”nın açılış cümlesi… Birçok yazarın yazmak isteyip de yakalayamadığı şiirsel dil bu öyküde öykünün giriş cümlesi olmuş. Füruzan’ın pek çok ayrıntıyı birkaç sözcükle aktardığını görürüz öyküde, kocaman bir dünya canlanır gözünüzde. Kişileştirilmiş dolap, yıkanmış çamaşır kokan akşam… Bir de aynı sözcüğün hem edat hem belirteç olarak kullanımının üsluba kattığı şiirsel etkinin altı çizilmeli:

Birinci Dünya Savaşı’nda yapılmış dolap, odada çok yer tutuyor. (…) Yalnız bu odada o dolap yapayalnız olmasa buradan gitmek, yıkanmış çamaşır kokan serin akşama çıkmak kolay.” (Parasız Yatılı, 1993, s.12)

Özgürlük Atları”nın anlatıcılarından biri de büyüme sancıları çeken kızdır. Yoksul bir semtte, muhtemelen her odasında başka kiracının oturduğu evde yaşayan, onun anlattıklarından çıkardığımız üzere parasız yatılı sınavına giren bir kızdır bu. Dua etmekle hayatının akışını değiştirebileceğine inancı kalmamıştır:

Ben o zamanlar bu öfkeyi ve yoksulluğu bilmiyordum, parasız yatılı sınavına girerken tanrıya dua ediyordum. ‘Ne sandınız, o zaman tanrı vardı. Onunla aramıza dünya girmemişti.’” (Parasız Yatılı, 1993, s.14) Üstelik sınav kazanılmış olsa da başka meseleler ortaya çıkmış, bu başarı da öylece heba olmuştur anlaşılan: “Üste sıska bir üvey kız için aşırı sorumluluklara katlanmak. Sizi anladık, üvey babacığım.” (Parasız Yatılı, 1993, s.16)

Bu öykünün kapanış bölümü ise içe işleyen çok yalın bir ifadeyle çocukluğun bitişini duyuruyor:

Ben çocukken (ne zaman çocuk olmuştum!) görünmeyen adam olup pasta yemek isterdim. Ne kıtmış tutkularım. Gidiyor musunuz? Güle güle. Kapıyı iyice kapayın. Sizden üşüdüm.” (Parasız Yatılı, 1993, s.16)

Sizden üşüdüm…Bundan daha iyi anlatan bu kadar kısa bir cümle var mıydı benim zihnimde yabancılaşmayı anlatan? Yoktu. Bunun için de her daim benim yazarımdır Füruzan.

Füruzan, hayatta üç öğretmeni olduğundan söz ediyor Patrice Rötig’le yapılan söyleşide: annesi, İstanbul ve okuduğu tüm yazarlar.

Füruzan, annesini “İstanbullu oluşunun kibrini görkemli bir çöküşün güzellemesine çeviren”, bunu bir korunma kalkanı olarak kullanan beyaz tenli yeşil gözlü bir kadın diye tanımlıyor. Annesi ona İstanbulluluğun ne olduğunu (yaşadıkları hayata baktığında o hayata hiç uymasa da) anlatan bir öğretmendir Füruzan için. Çocuk Füruzan’a o zamanlar sıkıntı verse de anlatılanlar muaşeret kurallarını, yürümek, oturup kalkmakla ilgili dikkat etmesi gerekenleri, renkler, desenler, mücevherler gibi ayrıntıları, ev içi mekânlardaki eşyanın ihtişamını, uyumu ile ilgili incelikleri anlatarak onun zihnine kazıyan bir öğretmendir anne. Bir okul müsameresi sırasında aniden hastalandığı için gelemeyen müzik öğretmeninin yerine müsamere salonundakilerin arasından piyano çalabilecek biri arandığında “Ben çalabilirim” diyerek sahneye çıkan, piyano çalan, bu hareketiyle en başta kızını şaşırtan bir anne var onun hayatında. Kuşkusuz ki çok şey öğrenmiş Füruzan ondan; bu nedenle de öğretmenlerinin en başında annesini anıyor.

İkinci öğretmeni İstanbul, onun mutlu bir çocukluk geçirdiği bir kent olarak kimliğinin oluşmasında önemli bir mekân. İstanbul’un iki yakası arasında geçen bu çocuklukta birbiriyle zıt iki semt Füruzan’ı şekillendirmiş. Anadolu yakasında o yıllarda “iyice kibar bir muhit” diye tanımlanan Kadıköy ile Avrupa yakasında Haliç civarındaki o yıllarda bir hayli yoksul olan Kasımpaşa.

Kadıköy; tenis kortlarıyla, Moda Deniz Kulübü’yle, iskelesiyle, villalardan uzanan klasik müzik sesleriyle, Mogambo Gece Kulübü’nden yayılan caz şarkılarıyla bambaşka bir hayatın yansıması ise de Kasımpaşa tersaneleri, çekiç sesleri, küçük vapurların gidip gelişleri, kışladan gelen borazan sesleriyle daha çok işçi semti. Kasımpaşa; rahatlıkla girip çıktığı camilerle, havralarla, kiliselerle ve “alçak gönüllü” olarak tanımladığı bayram yerleriyle onun hayatında önemli izler bırakmış.

İstanbul bu birbiriyle bu derece çelişen iki noktası ile onu şekillendirmiş. Bir yazar olarak yazdıkları gün yüzüne çıktığında bütün bu birikim ve sentez kendine özgü öykü dünyası olup “Füruzan olayı”nı yaratmıştır, diyebiliriz.

Füruzan’ın üçüncü öğretmeni ise okuduğu tüm yazarlardır. İlkokulu bitirmeden 19’uncu yüzyıl Rus klasiklerini okuduğunu söylüyor Nursel Duruel’e verdiği röportajda Füruzan. O romanlardan bir edebiyatın nasıl kurulduğunu ve nasıl gerçeklik kazandığını öğrendiğinden söz ediyor. Yazarken kendisinin coğrafyasının, yüzyılının ve kültürünün farkında olarak kendine özgü “doku ve derinlik” kazandırmak gerektiğinin bilinciyle öykülerini oluşturduğunu, yapaylıktan kaçındığını dile getiriyor. Yazmaya karar verdiğinde de ne yazacağını en baştan bilerek kaleme sarıldığını belirtiyor aynı söyleşide. (Kitap-lık, S.99, s.58)

Epeyce bir zamandır ‘sıradan insanlar’, ‘küçük insanlar’ diye nitelenen sanki başka tanımlama yapılamazmış gibi hep böyle nitelenenleri anlatmaya karar verdim ve hâlâ o kararı sürdürüyorum. Üstelik üçüncü binyılın değer karmaşası içinde kalabalıklar acı çektiklerinin ayrımına varamayacak denli örselenmekteler.” diyor Füruzan aynı söyleşide. (Kitap-lık, S.99, s.59)

Tek şiir kitabı olan ‘Lodoslar Kenti’ndeki şu dizeler gibi o, duruşunu en baştan belirlemiş, yazdıklarına ne anlatırsa anlatsın o duruştan ödün vermeden, bunu bir onur olarak algılayıp yansıtmıştır:

Yazıcısıyım/ onların/ ve arkadaşlarının/ emeğin gerçek sahiplerinin/ yazıcısıyım/ ne onurdur bu.” (Lodoslar Kenti, s.97)

Füruzan, sesleri yazıya dönüştürmeden önce resimler yaptığından da söz ediyor o söyleşide. İlk mağara çizimlerinden itibaren yazıdan önce çizgilerin olduğunu düşünerek çocuğun da resim çizerek kendini anlatmasının doğal algılanması gerektiğini dile getiriyor. Sonra neden resimde diretmiyor, o yoldan gitmeyi seçmiyor, bunu da “Benim bulunduğum noktada hayatım buna el vermedi. Fakat okumalarım, sorgulamalarım kesintisiz sürdü.” diye açıklıyor. Özel hayatının ayrıntılarını uzun uzun açıklamıyor, çünkü hayatıyla ilgili hiçbir konunun edebiyatının önüne geçmesini istemiyor. (Kitap-lık, S.152, s.10)

Belki resme devam etmiyor ancak Füruzan’ın farklı sanat dallarına yeteneğinin olduğu ve bunlar üzerine de düşündüğü, yazdıklarındaki görsel unsurlardaki ayrıntılardan, renklerin, biçimlerin, kokuların onun öykülerine yansıyışından, sadece bu unsurlardan biri üzerine bile uzun değerlendirmeler, incelemeler yapılabilecek kadar fazla malzemenin bulunuşundan anlaşılır. Füruzan’ın mekân yaratma ve atmosfer oluşturma konusundaki başarısı, okuruna mekâna dâhil olma hissi yaşatmadaki yeteneği, farklı sanatların unsurlarını yazı sanatına ustaca yerleştirmesi ile açıklanabilir.

Füruzan… Gerçek adı ile Feruze Çerçi. Türk edebiyatının en özgün kalemlerinden biri… En baştan ne yapacağını bilerek yola çıkan, kendi sanat gücünden başka bir güce, isme yaslanmayan, özel hayatı ile ilgili konuların edebiyatından daha fazla konuşulmasına fırsat vermeyen bambaşka bir insan. Adının anlamıyla parlayan, ışıklı olan tam bir İstanbullu, zarif kadın… Onun bu dünyadaki yolculuğu bitse de katmanları olan yazdıkları bambaşka okumalarla farklı değerlendirmelere tabi tutulacak, edebiyattaki yolculuğu sonsuz olacaktır.

KAYNAKÇA:

– Füruzan, ‘Parasız Yatılı’, Can Yayınları, 1993.

– Füruzan, ‘Lodoslar Kenti’, YKY

– Kitap-lık, S.99, “Parasız Yatılı 35 Yaşında”, 2006.

– Kitap-lık, S.152, “Füruzan ile 40 Yıl”, 2011.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar