ÖYKÜ 

EN SON NE ZAMAN GÖRDÜNÜZ BENİ?

Bir Akdeniz martısının kanadından düştüm az önce. Vakit akşamüstü. Yere sertçe düşmek varken bir tüy gibi süzüldüm ılık havada ve ince dallı bir hurma ağacının kiremit turuncusu yaprağının üstüne kondum. Bu kadar mı güzel olur bir ağaç ve bu kadar güzel renkte yapraklar da mı varmış? İndim o yapraktan. Üstümü başımı düzelttim. Ellerimi cebime koydum ve etrafımda ne kadar ağaç varsa portakal, limon, mandalina, hurma, erik ve hatta çam, hepsini içime çektim. Sadece kokularını değil, her şeylerini çektim içime. Üstüne tünemiş küçücük serçesinden köklerine kadar. Sonra toprağı, güneşi, havayı, tüm…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

MEZARCI İLE KARGA

Donuk, mimiksiz bir ifade ile yaklaşıyor mezara doğru. Üstü başı çok düzgün, güzel ve siyah bir takım elbise giymiş. Çok uzun boylu ve garip bir bıyığı var. Yüzü kemikli, kaşları sürekli çatık… İnsana huzur veren bir yüz değil bu. Hiç sevmem sinirli duran yüzleri. Bu adamınki gözüme daha da çirkin geldi şimdi. Beni yanlış anlamayın. Hiçbir zaman şekilci olmadım. İnsanları, kuşları ya da kedileri tiplerine göre sınıflamam. Fakat bu mezarcının içi… İçinin çirkinliği… İçinin boşluğu… Ne bileyim… O kadar ölü, toprak altındayken en çok o ölüymüş gibi geliyor bana. Yine…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

KAYBOLAN ZAMAN – 5

Yusuf çok yorgun kalktı, o kadar yorgundu ki nefes alırken bile kaslarına vuran ağrıdan canı acıyordu. Bir parça koparcasına bağırmak istiyordu. Bu yorgunluğun sebebi çalışmak değildi veya ağır işler yapmak; insanı en çok yoran şey düşüncedir. İnsanı bir iş yoramaz, insanı kendisi yorar. Ruhu ne kadar yıkılmaya hazır bir binaysa kendisi de oraya gelecek bir kepçedir. Hayat budur: mutluluğu aramak, hayatta anlam aramak yerine bir kepçe olmadan yaşaman gerekir. Ne zaman bir kepçe olursan o kadar binaya zarar verirsin. Yusuf olacakları bilerek gitti. Bu gece uyumamak için çuvaldan mırrasını çıkardı,…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

KAYBOLAN ZAMAN – 4

Şafak söktüğünde kendini daha yeni hissetti. Vücudu bir gül dikeni gibiydi; istese bir bülbülü öldürebilirdi ya da küçük bir hareketle kırılabilirdi. Bir deli gibi hissediyordu; tabii, bir deli nasıl hisseder, biliyor muydu, o da bilmiyordu. Annesini istiyordu o. Korkmuştu çünkü. Fark edin, annenizi sevmeseniz bile canınız acıyınca ağladığınızda, çaresiz kaldığınızda nasıl da ağızdan “Anne,” lafı çıkıyor; o da öyle hissediyordu. Yatmaya korkuyordu ama bedeni çökmüştü. “Bugün işe gidemem,” dedi. Tütünü sardı, ciğerlerine küfür eder gibi çekti. Sonra uzandı sedirine, korkunun bir faydası olmadığını söyledi ve gözlerini kalbiyle beraber kapattı. –…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

USTURA

Eski bir ustura elimdeki, şah damarıma çok yakın. Bir lekeyi silerken uygulanan baskı kadarıyla akıtabilirim seni içimden. Sadece seni de değil; bu şehri, bu gökyüzünü hem de en mavisiyle, o güzel gülüşünü, dayımın bana attığı tokadı, upuzun saçlarını, lisedeyken sevdiğim kıza okul servisinde şiir yazarken onun aynı anda çok da yakışıklı olmayan sevgilisine verdiği öpücükleri, esmerliğini, toplu taşımalarda yaşadığım sonsuz gerilimleri, evime geldiğinde yerde bıraktığın ayak izlerini, olmadık zamanda kulağıma güzel şeyler fısıldayan büyülü sesini, şu an aynada bana bakan ikinci yüzümü… Kaç dakika daha durabilirim böyle ölmüş bir heykel…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

AY DAMLIYORDU GECEYE

“Neden?” diye sorar gibiydi gözleri. “Mecazi bir intihardı belki de” dedi adam. Soruyu gözlerinden çekip almanın cesaretiyle devam etti anlatmaya: “Beklediğim düşlerin imkânsızlığı ya da insanlıktan umudumu kesişti. Sadece bedenlerin ölmediğini kanıtlamak adına bir eylem de olabilir, bilemiyorum… Zaten hangimiz tamız ki?” “Herkesin ölüşü farklıdır.” dedi kadın. “Ben de öldüm bir kez, benim de vazgeçmişliklerim oldu elbet. Seni yargılamak değil amacım. Ama insan üzülüyor işte.” Düzlemesine bir hayat yaşamanın sorgusu bitmişti. Sustular ve en çok da o ana yakışmıştı susmak. Ama ikisi de biliyordu. Kitaplar dolusu mutluluk vardı ellerinde. Geçmişe…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

KAYBOLAN ZAMAN – 3

Tabii ki de bağırıştan sonra bir ses gelmemişti. Bir tanrı, bir kudretli varlık olsa sanki onunla konuşacaktı. Kumlara uzandı, gözlerinden akan yaşların derisindeki ahenkli sermest eden akıntısını hissetti. Çocukken her ağladığında bir tokat yerdi; “Ağlayacaksan bir sebebin olsun, erkek adam her şeye ağlamaz.” diyordu babası. “Erkek adam neye ağlardı, baba, çaresizliğe mi ağlar?” diye düşündü. Yine fazla düşünmüştü kafasını sertçe salladı ve yerden kalktı, kendini silkeledi. Qadar’ı alıp hamallığa şehre gitmesi gerekiyordu, yoksa yediği iki lokma ekmek de onunla olmayacaktı. Qadar’ın ağzına kayışını taktı, yola koyuldu; yirmi – yirmi beş…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

DOKUZ BUDAK

Ülkenin her yanı bir gecede istila edilmişti. Kimse ne olduğu anlayamadan sokakları doldurmuştu tuhaf kalabalıklar. Toprak rengi örtülerin vücutlarının tamamını kapladığı insanlar, her yerden çıkıvermişti. İşte böyle bir sabaha uyanmıştım. Saatin alarmı 08.00’de çaldığında sıradan bir işe gitmek için acı çekme anıydı benim için. Alarmı yarı açık gözlerimle kapatıp yatakta hayatın anlamını düşündüm otuz saniye kadar. Artık bu anlamın karşılığının para olduğuna ikna olmaya başladığım için isteksizce kalktım yataktan. Bir de patronla uğraşmayalım sabah sabah diye homurdanarak geçtim banyoya. Güne ön hazırlık sürecimi tamamlayıp giyinmek için odama döndüğümde sokaktan uğultu…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

KAYBOLAN ZAMAN – 2

Adımını atar atmaz bir bitkinlik çöktü üzerine ve yere yığıldı. Uyandığında kimse yoktu, mezarlık geçmişi yine aynı yerdeydi. Çadırında ne olduğunu anlamaya çalışıyordu; anılar buydu, anne, baba, kardeş yoktu, kasabası yok, huzuru yok, tek varlığı annesinin “Hayatta kal.” sözüydü. Yapamıyordu. Annesini toprağın altına, kimine göre cennet-cehenneme, kimine göre bir hiçliğe verdiğinden beri annesinin sözünden dolayı kıymıyordu kendine. Aslında kıyamadığı kendisi değil, annesiydi. O güzel ses, şefkatli eller ve son sözüne kıyamazdı. Belki hiçbir şeyi yoktu ama annesinin sözü vardı: “Hayatta kal, kuzum.” Her şeyi bu olan bir adam ne kadar…

Devamını Oku
ÖYKÜ 

KAYBOLAN ZAMAN

Çöl sessiz ve acımasızdı. Kumların rüzgârla dans ettiği, sıcaklığın insanı içine çekip kavurduğu bu sonsuz boşlukta, El-Yusuf yalnız başına yaşıyordu. Bir zamanlar kasabasının ortasında neşeli, yüzü gülümseyen bir adamdı. Ama şimdi, yıllardır kaybolmuş olan o gülümseme, yerini derin bir hüzne bırakmıştı. Çölün ortasında, kumların içine gömülmüş bir hayatın içindeydi. Onun için her gün, kaybettiği geçmişine dair bir hatıra gibiydi. El-Yusuf’un kasabası, yıllar önce kuraklık ve kıtlıkla sarsıldığında terk edilmişti. Su kaynakları tükenmiş, tarım ve hayvancılık bitmişti. Kasaba halkı birer birer göç etti. El-Yusuf, ailesiyle birlikte son kalanlardan biriydi. Ne zaman…

Devamını Oku