SİYAH ÇANTADAKİ NOT
-ADANA-
“Bunca Bottin’i ne yapacaksınız?” – Patrick Modiano, ‘Karanlık Dükkânlar Sokağı’
Ben, her şeyim.
O akşamüstü, bir kafenin terasında oturan, soluk ve aç bir gölgenin iştahıyla etrafa yayılmak isteyen, tuhaf bir arzuyla dolup taşan bir adam.
Güneş, on dokuzuncu yüzyıl tarzı iki binanın arasından batarken, huş ağaçlarının yapraklarını da sanki beraberinde götürmek istiyordu. Geçip giden gri bulutlara yetişmek isteyen birkaç yağmur damlası hâlâ camekânda oyalanıyordu.
Hutte’nin ayrılmadan önce masaya bıraktığı siyah deri çantaya uzun uzun baktım. Çantayla alakalı hiçbir şey söylememişti. Sulandırdığı konyağını yavaş yavaş içmiş, güneyde geçireceği emeklilik günlerinden bahsetmişti. Babasının yakın akrabalarından birinin sessiz ve sakin bir köydeki bakımlı evi, hiçbir zaman çözemediği birtakım garip olaylar silsilesi neticesinde kendisine kalmıştı. Biraz araştırma yapmış, evi gidip görmüş, bir müddet izleri takip etmiş, hiçbir sonuç alamayınca, devletin avukatının bir buluşma ayarladığı notere gidip evin tapusunu üzerine almıştı. Şimdi neden böyle tuhaf bir şey yaptığını düşünüyordu. Öyle ya, avukatı dinleyip imzayı atması yeterli olacaktı. Konyağından bir yudum daha alıp ceketinin cebinden evin en az elli yıl önce çekilmiş siyah beyaz fotoğrafını çıkarmış, bana da göstermişti. “Her zaman beklerim,” diye de eklemişti, “tabii bulabilirsen”…
Önce çantayı unuttuğunu düşünüp peşinden seslenecektim ki merakıma yenik düşüp susmuş, çantayı açmıştım. Çanta neredeyse boştu. Neredeyse diyorum çünkü içinden küçük bir not çıkmıştı ve üstünde ‘P. Bonatzky – 75 13’ yazıyordu. Çantayı başka bir şey bulabilirim umuduyla boşuna aradım. Hemen oracıkta kasaya gidip numarayı çevirmek istedim ama kendimi tuttum. Sekiz yıldır nasıl kendimi tutuyorsam o an da kendimi tuttum.
Hutte, sekiz yıl önce bana bir isimle birlikte yeni bir hayat verdiğinde kim olduğuma dair hiçbir fikrim yoktu. Bana “Sen artık Guy Roland’sın!” dedi, bir de iş verdi. Dedektiflik bürosunda sosyete haberlerinden sorumluydum. Fakat Hutte yaşlanmıştı, emekli olacaktı. Büronun kirasını feshetmemiş, anahtarlardan birini de bana vermişti. Belki bir gün büroda onunla karşılaşacaktık: Ben kendime yepyeni bir mazi inşa etmeye çalışırken; o, mazisini keşfetmek için büroya dönmeye karar vermişken…
Islak sokağın kokusunu içime çekerek yürürken on altıncı bölgenin ileri gelen muhasebecilerinden biri olurdum. Karımı çok seviyordum, üç tane kızım vardı ama tüm bunlar şimdi dairesine gitmekte olduğum Arlane’ı tutkuyla arzulamama engel değildi. Paltomun cebinde yaş günü için aldığım pırlanta yüzük, geçireceğim heyecan dolu saatlere kendimi hazırlardım.
Eylül öğleden sonrası, nehir kenarında rıhtıma bakan parkta oturmuş sigara içerken ve bir yandan da âşığıyla buluşan Savunma Bakanlığı’nda görevli sekreter Armand Dupy’yi gözetlerken, beş yaşındaki oğluyla dolaşmaya çıkmış gözleri yaşlı dul Jacques Belestine olurdum. O gün merhum eşimin ölüm yıldönümüydü ve birkaç güne kayınvalidemle kayınbabam Nice’ten Vincent’ı görmeye geleceklerdi. Yerel gazetedeki işime on gündür gitmiyordum, hiçbir telefona çıkmıyordum, mektuplara, pusulalara cevap vermiyordum. Kendi kendime Niesse’i yeterince sevip sevmediğimi sorup duruyordum.
St Honore’un arka tarafındaki kafelerde aylaklık edip dolanırken parlak edebiyatçı Maxim olurdum ve Maxim’in parlak kalemi için ilham avcılığı yapmam, sosyetenin yeni yıldızlarından silah tüccarı Orland de Soczitszky’nin güzel kızının ne haltlar karıştırdığını öğrenmeme engel teşkil etmezdi. Kız gerçekten de güzeldi ve bu dünyada güzel olan şeylere bağışlanan haklar doğal olarak ona da bağışlanmıştı.
Sabah uyanıp da gözlerimi leylak rengi perdelerle kaplı bir odada, yumuşacık bir yatakta açtığımda Montpellierli burjuva Mösyö Fernier’ydim. Kafamdan geçtiğimiz yıla ait ihracat rakamları geçip giderken birden bütün bunlara dur der, karımdan yana döner ve onun ipekten yanağına küçük bir buse kondururdum. Perdeleri çekmeye giderken bir Guy Roland bir Fernier olurdum ve üçüncü biri olmaktan korkarak adımlarımı sıklaştırırdım.
Aşağıdaki büfeden şarap alırken pardösümden çıkan elin kimi zaman bana ait olmadığını, başka birine, mesela üst kat komşum Madame Huseilleier’nün ölmüş kocasının Polonya’daki kız kardeşinin bir zamanlar buralarda yaşadığı da söylenen sevgilisine ait olduğunu, Madame Huseilleier, daha üst kata taşınmadan evvel kız kardeşinin âşıklarından en ateşlisi olan bu gizemli adamın yukarı kata gizlice girip çıktığını hayal eder, ama sonra kimi akşamlar bu seslere benim de tanık olduğuma inanarak bunun saçma olduğunu düşünür, yine de Guy Roland’ı bir gölge gibi geride bırakıp üst katın merdivenlerini yavaşça tırmanırdım.
Bizimkilerle laflamak için büroya beş dakika mesafedeki Lilliand’a giderken, önümüz sıra yürüyen omuzları çökmüş, kır saçlı kadınla bir yerlerden mutlaka tanıştığımı düşünür, yanından geçerken zamanın yıprattığı bu asık yüzü bir yerlerde mutlaka görmüş olduğumu kendi kendime söyler, bu sayede sadece ve sadece Guy Roland olmanın ağırlığından kurtulmanın sevincini yaşardım.
Sabah kafede oturmuş kahve içerken karşımdaki masaya oturan genç adamın, mazimdeki bir kişiyle ya da olayla mutlaka ama mutlaka ilişkisi olduğunu düşünür, onun hareketlerinden, kahve fincanını bıyıkların gölgelediği dudaklarına götürüşünden, Le Monde’un sayfalarını çevirişinden bu ilişkinin nev’ini keşfetmeye çalışır, bir insanın sırlarını ele verdiği gözlerine dikkat kesilip onları incelerdim. Bu adam, lisedeki sınıf arkadaşlarımdan birinin çocuklarıyla bir yerlerde görüşmüş olmalıydı ya da en azından arkadaşının arkadaşı derecesinde de olsa ortak arkadaşları vardı. Buna emin olduktan sonra kahvemi daha bir keyifle yudumlamaya başlar, genç adamın bende çağrıştırdığı mazinin hayallerine dalıp giderdim.
Bana on yıl önce “Sen artık Guy Roland’sın!” diyen Hutte, bu notu, bu ismi ve telefon numarasını geride bırakarak ne yapmak istiyordu? Garsona bir konyak daha söyledim. Güneş şimdi ufukta kaybolmak üzereydi. Huş ağaçlarının yaprakları, ne yönden yaklaştığı belli olmayan akşamın ışıltılarıyla parlayan elmaslara benziyordu.
Gece ıslak sokakta yürürken rüzgârın önümde sürüklediği gazete sayfasının, mazimden kopup gelen bir “şeyin” ruhuyla dolu olduğunu bilirdim. Bir o yüzü bir bu yüzü bana kendini sunarken okuyabildiğim harflerin, bana bir şeyler anlatmak istediğini, o harflerden şehrin her yanına yayılan bağlantıların, insanın her türden bir mazi yaratabilmesini mümkün kıldığını düşünerek ürperirdim:
Le Cafe du Parambone’un tabelasının yanıp sönen kırmızı neon ışıklarını muhtemelen çok daha önceleri de görmüştüm ama o zaman hangi zamandı ve ben o zamanlar kimdim? Benzer bir kırmızı ışığın aydınlattığı bir koridordan geçip neredeyse titreyen bir vücutla, ceviz kapısı olan bir odaya girerken ve içeriden Vivaldi’nin yeni çıkan plağının sesi gelirken ne yapmaya çalışıyordum ya da o odada kiminle buluşacaktım? Keman seslerinin yükseldiği beyaz panjurların arkasında salınan tüllerin sakladığı kadın kimdi? Dört tane serseri birden bara girip de Julien’e ne sormuşlardı? Sonra çıkan kavgada polis gelene kadar üst kattan koşar adım inip sokağa kendini atan beyaz saçlı adam kimin nesiydi? Ceneviz mermeriyle süslenmiş girişe vuran öğleden sonra ışığında beni bekleten kimdi ve içeriden gelen bağrışma seslerinden neden korkmuştum? Telefon uzun uzun çalıyordu ama açan hiç kimse yoktu. Neden? Hizmetçi, Mösyö Sauvage’ın yurt dışına çıktığını, en az bir ay geri dönmeyeceğini söylemişti ama ben kendisini evin arka kapısından çıkarken görüp takip etmiş, beşinci bölgedeki bir avukatlık bürosuna gittiğine ve orada iki saat kadar kaldığına şahit olmuştum. Hizmetçiye bunları anlatırken o sanki başka bir dünyadanmışım gibi bana bakıyor, tüm bunların mümkün olduğuna neden şaşırdığımı sanki susuşuyla bana soruyordu. Ya cenaze alayının en arkasındaki mor paltolu kadınla Mösyö Sauvage’ın arasındaki ilişki ne türdendi? Gayrimeşru oğlu olduğu neredeyse tüm ülkece bilinirken tüm bunları inkâr etmesinin nedeni neydi? Hizmetçi, yaşım itibariyle bu istenmeyen oğul olabileceğimi mi düşünüyordu acaba? Mümkün olması ne kadar mümkünse mümkün olmaması da o kadar mümkündü. Bir kadehin parlak yüzeyinden yansıyan restoranın imgesinde buluşan ve ayrılan o çiftler, gazete sayfasından karanlık sokağa yayılırken, aralarından birini seçer ve peşlerinden giderdim. Spor bir arabayı uzun bir yolculuk, şehre yakın bir sayfiye yerinde, şömine başında geçirilen ateşli bir gece ve sonrasında gerçek kişiler olarak yaşıyor olmanın verdiği ağırlıkla sabah dönülen şehir takip ederdi. Aşkla sunulan bir demet gülü yeni yağmış yağmurun kokusu, hediyelik eşya dükkânının camekânında bir köşeye saklanmış pembe yakut işlemeli müzik kutusunu eski kitapçıdaki küçük akvaryum, ısrarla çalan yeşil telefonun sesini nehirdeki teknenin uyarı düdüğü, kilise avlusundaki güvercinlerin kanat çırpışını mermer havuza dökülen suyun sesi takip ederken; gazete sayfasını alıp gecenin içine sürükleyen rüzgâra kapılarak gitmenin ne kadar güzel bir şey olduğunu düşünürdüm.
Hutte, caddeye bakan odasında toplantı yaparken ve dışarıda ince bir yağmur yağarken, bana “Guy,” diye seslenildiğinin farkına bile varmaz, yanımdaki polis eskisi şişko Federico’nun dirsek darbesiyle kendime geldiğimde Hutte’yi ve diğerlerini bana gülümsüyor bulurdum; acımayla ve sevgiyle dolu bir gülümseme… Aralarından bir tek Hutte’ye karşı mahcup olurdum; çünkü az önce lisede tarih hocası Guillemme olmanın nasıl olduğunu hayal ettiğimi bildiğini bilirdim.
İşe gitmek için Rambuteau’den metroya bindiğimde, çoktan başka biri olmuş olur, o başka biri olmanın esrarı ve sevinci içinde metroya doluşan insanlara biraz da mahcup bir edayla gülümserdim. Kim olduğunu bilmiyor olmanın getirdiği bir mahcubiyetti bu. Onların karşısında Guy Roland olarak duruyordum, Hutte’nin yanında çalışıyordum ama aslında simsar Arthur, ayyaş Barthelme, sekreter Pedro, piyanist Jacques, bulaşıkçı Gilles ya da kapıcı Jean olabilirdim. Bunun metroya binenleri ya da barda yanımda viskisini yudumlayanları ya da hipodromda favori ata oynayan acemi bahisçileri kandırmak olduğunu düşünürdüm ama elimden daha fazlası da gelmezdi.
Çünkü ben her şeydim.
Masadaki pusulada yazan isim ve telefon numarası, şimdi ben dediğim dalgalı, esrarengiz, her yöne yayılmaya eğilimli, hafif ıslak, koyu gri, uzaktan bakıldığında cilalı yüzeyinde yer yer kırmızı, mavi, yeşil gölgelerin seçilebildiği, geceleri şehri rüyalarla dolu bir çarşaf gibi örten o bulutu önüne katıp dağıtmaya, içinden fışkıran insanları, hayatları, eşyaları, gül yapraklarını, kadehlere değen dudakların ılıklığını, pencereler açıldığında içeri giren ikindi yağmurunun kokusunu, kütüphanenin kimsenin uğramadığı bir köşesinde rastlanan hayat öyküsünde anlatılanların sıra dışılığını, tramvaydan karlı caddeyi süzen gözleri, maun sehpalara konan çay fincanlarını, deniz kenarında koşuşturan çocukların gölgelerini, sıcak avuç içlerini, baygın gözleri, alacakaranlıkta birbirine karışan sesleri, gülüşleri, köşe başındaki kafenin öğle ışığında titreşen yeşil tentesini sanki sonsuza kadar yok etmek istiyordu.
Her yanımı ateş basmıştı. Kravatımı gevşetip derin derin nefes aldım. Ceketimi çıkardım. P. Bonatzky. Paul mü yoksa Pierre mi? Acaba Paul ya da Pierre’le nasıl bir ilişkim olmuştu? Paul ya da Pierre çocukluk arkadaşım mıydı yoksa aynı okula mı gitmiştik? Aynı iş yerinde çalıştığımız bir arkadaşımın arkadaşının arkadaşını tanıyan biri bile olabilirdi.
P.’den başlayan sonsuz ilişkiler zincirinin halka halka şehre yayıldığını, her şeye dokunduğunu, her şeyi amansız bir iştahla içine aldığını ve masada sessizce bekleyen kâğıt parçasına dönüp yok olduğunu hayal ettim.
P.’nin karşısında durduğumu, beni hafızasının derinliklerinden bulup çıkarmaya çalıştığını düşündüm. İçki kadehlerinin, beraber yürünen ıslak kaldırımların, mektupların, edebiyat üstüne edilen sohbetleri meydana getiren kelimelerin arasında bana dair bir izi bulmaya çalıştığını kıstığı gözlerinden, üst dudağını hafifçe büküşünden anlıyordum. İlginç olansa beni bulmasını istemiyor olmamdı. Ben, tüm o hafızayı meydana getiren izlerin, işaretlerin, anların, akşamların, yolların arasında saklı kalmak istiyordum.
Kâğıdı elime alıp tekrar baktım. Sonra ani bir hareketle yırtıp çantaya geri koydum.
Dışarıda yağmur kokusu hanımeli kokusuna karışmıştı. Cabon Bulvarı’na doğru yürürken garsonun arkamdan koşup çantayı getirmesinden korkuyordum.