BİR SÜRGÜNÜN PARİS GÜNLERİ
-ADANA-
Sait Faik’in “Çıplak heykeller yapmalıyım/ çırılçıplak heykeller” şeklinde başlayan o şiiri, ne güzel de anlatıyordu aşkı, çıplaklığı ve o çağlayan çığlıkları:
“Sana önce/ şiirlerin tadını/ aşkların tadını/ kitaplardan tattırmalıyım/ resimlerden duyurmalıyım, resimlerden…”
Ardından devam ediyordu:
“Anlatsam şu kiraz mevsiminin/ sevişme vakti olduğunu…”
* * *
Ağustosun eylül kapısında beklediği bir yaz akşamında Turgay Fişekçi’nin romanı ‘Hep Seni Sevdim: Bir Sürgünün Paris Günleri’ni (Sözcükler Yayınları) okuyorum.
Gecenin serinliğinde sessizliğin eşlik ediyor sessizliğime.
Sessizliğinin sesi gecenin derinliklerindeki sözcükleri canlandırıyor.
Ne güzel de anlatıyor Paris’i, Turgay Fişekçi…
Seine Nehri’ni, Eiffel Kulesi’ni, Notre Dame Kilisesi’ni, ‘Louvre’ ve ‘Rodin’ müzelerini…
Pablo Picasso’nun izdüşümlerini, Victor Hugo ve Emile Zola’nın romanlarındaki gözlemlerini…
‘Bonne Nouvelle’ ve ‘Champs Elysée’ bulvarlarını…
Paris Metrosu’nu, Paris’i yaşamanın duygusal yoğunluğunu ve aşkı…
Yalnızlığı ve özlemi…
Guillaume Apollinaire’in ‘Mirabeau Köprüsü’ şiirini:
“Mirabeau Köprüsü’nün altından Seine Nehri akar/ geçer günler, geçer haftalar/ ama ne geçen günlerin/ ne de aşkların geri döneceği var…”
* * *
12 Eylül’den sonra yurt dışına kaçan Yusuf’un Paris günlerindeki kendini buluşunu, değer yargılarının değişkenliğini, iki kültür arasındaki uçurumsallığı konu ediniyor roman.
Yusuf’un Aslı’ya olan aşkını, Aslı’yla Yusuf’un birbirlerine yazdıkları mektupları…
Türkiye’de yaşanan işkenceleri, mahkûmların hapishane vardiyalarını…
Yılmaz Güney’in ölümünü, Abidin Dino’yu, Server Tanilli’yi…
Sessizliği seven Yusuf’un Paris çoksesliliğini…
Şöyle yazıyor kitabın arka yüzünde:
“Paris’in insan hayatı üstüne düşüncelere dalmak için ne denli uygun bir kent olduğuna bir kez daha karar verdi… İstersen gürül gürül akan bir hayatın içinde ol: Okuluna git, sendikalarda çalış, kütüphanelerde kaybol; istersen parklarda, müzelerde bulabileceğin sessizliğin her tonu… Ne güzel bir hayat sunuyor bu kent, içinde yaşayanlara…”
* * *
12 Eylül aşkları nasıldı acaba?
Nasıldı darbe günlerinin sevdalıkları?
Sevmek, sevilmek unutturulmuş muydu yoksa o dönemin insanlarına?
‘68 Kuşağı’nın yürekleri Eylül 1980’de nasıl çarpardı, hangi duygusal mevsimin yağmurları yağardı üzerlerine, hangi duygusal kırılganlıkların hüzünleri toplanırdı düş bahçelerinde?
“Kaçak Düş Çiçekleri” denirdi adlarına ve şöyle anlatırlardı kendilerini:
“Önce sokakları tanıdık, meydanları, ana caddeleri… Afişler astık gece yarıları! ‘Tek yol devrim!’ dedik… Kurşunlandık! Öldürüldük, yaralandık! Hüznü ve aşkı uysal öğütlerle çoğalttık… Hapishane avlularında ‘kaçak düş çiçekleri’ büyüttük… Cezaevlerinde geçti yaşamımız… Sevgililerimiz, karılarımız terk etti… Kimimiz 68’liydik, kimimiz 78’li… Aynı koğuşta kaldık… Görüş günleri bekledik… Loş uçurumları, mazi boşlukları ve sonrasızlığı anlattılar bize… Kitap okumayı, şiiri sevmeyi, kadınlara âşık olmayı genç yaşta öğrendik… Kıskanç zamanı başka kıyılarda dolaşırken anladık… Dev boyutlu, uğultulu dalgalara hiç aldırmadık… Şiirlerde, şarkılarda teselli bulduk… Sarhoş olduk, çılgınlaştık, yıktık, yıkıldık…”
Onlar bir Ataol Behramoğlu’ydu; bir Tarık Akan, bir Rutkay Aziz, bir Cem Karaca…
Bir Erdal Öz, bir Edip Cansever…
Ve de Turgay Fişekçi…
* * *
Ağustosun eylüle el salladığı vakitlerde Turgay Fişekçi’nin ‘Hep Seni Sevdim: Bir Sürgünün Paris Günleri’ romanını bitiriyordum.
Güzel bir serinlik okşuyordu tenimi; sen okşuyordun hislerimi, sen dokunduruyordun kalbime ellerini…
İşte, tam o vakit, alevler çoğalıyordu yüreğimde, yüreğim yangın yeriydi…
Romanın son cümlelerinde boncuk boncuk gözyaşı döken Yusuf’a, Aslı’nın fısıldadığı gibi, ben de senin kulağına fısıldıyordum o cümleleri:
“Hep seni sevdim, bunu hiç unutma!”
________________________________
Not: 11 yıl önce yazılmış bir yazı…