ÖYKÜ 

FEVKALADE FECRİ

Gatsby, yeşil ışığa, yıldan yıla önümüzden geri çekilen o heyecan verici geleceğe inanıyordu.” – F. Scott Fitzgerald, ‘Muhteşem Gatsby

Sanırım her oğul gibi giderek babama benziyorum.

Kendisi tuhaf bir adamdı.

Fabrikanın yanındaki limon bahçelerinde yürüyüşe çıkmışken birden durur, uzaklara, limon ağaçlarının ardında saklanan gizemli ve anlaşılmaz bir şeye dalıp gitmiş gibi şöyle derdi:

Bak, oğlum! İnsanlar bu ağaçlar gibidir. Hepsi birbirine benzer. Ama bu ağaçlara dikkatli baktığında göreceğin gibi insanlar da birbirine hiç ama hiç benzemez.

Artık iyi göremeyen kahverengi gözlerinden belli belirsiz bir parıltı geçtiğini fark eder, sözlerinin manasını kavramayı sonraya bırakır, bende oluşturmaya çalıştığı duyguya odaklanırdım.

Sofrada pirzolanın en güzel yerini ağzına atmışken, kalın dudaklarını şapırdata şapırdata bir şeyler söylemeye hazırlanır, bunu gören sofradakiler lokmalarını çiğnemeye ara verir ve yaşlı adama kulak kabartırlardı:

Bak, oğlum! Sizlerle geçirecek fazla zamanımın kalmadığını biliyorum. Her sabah uyandığımda önümde uzanan günün son günüm olabileceğine kendimi hazırlıyorum. O an ne oluyor biliyor musun? Sanki sonsuz genişlikte bir zaman beni esir alıyor.

Annemle ablalarım, bu sözün görünürdeki acı tarafına yoğunlaşırken ben, derininde yatan alaycılığı sanki ellerimle tutmuş gibi okşar, babam gibi olmak için kendimde tuhaf bir güç bulurdum.

Bastonundan destek alarak ablamın iki yaramaz oğlunun peşinde koştururken yorulup da omzuma yaslandığında, kesik kesik nefes alıp verişini duyar, kendine dikkat etmesini söylerdim ama peşinden gelecek sözlere de kendimi çoktan hazırlamış olurdum:

Bak, oğlum! Benim zamanım çoktan geçti. (Yeğenlerimi göstererek ama daha çok beni kastederek) Artık sizin zamanınız geliyor. Benim geçip giden zamanımı yakalamak için acele etmelisin!

Dudaklarının ardında hınzır bir gülümsemeyi boşuna arar dururdum. Eğer bulabilseydim tüm bunları benimle dalga geçmek, biraz eğlenmek için söylediğine inanabilir, böylece kendi kendine yarattığı gizem bulutunun içinden onu çekip çıkarabilir, onunla gerçek bir baba-oğul gibi konuşabilirdim:

Sağlığın nasıl?

İyiyim, baba! Turp gibiyim!

Ya da:

Dersler nasıl gidiyor?

Çok iyi, baba!

Hiçbir zaman ablalarıma seslenmezdi. Sanki ben babamın kutsal mesajlarını dünyaya tebliğ etmek için kullandığı bir vasıtaydım. Bana seslenirken tebligatı en doğal halini buluyor, ses, söze dönüşüyordu. Babam, babayla oğul arasında kendiliğinden kurulan bir iletişim biçimine ve bu iletişim biçiminin evrenselliğine inanıyordu.

Belki de bu yüzden ona hiçbir zaman mektup yazmak zorunda kalmadım.

Bir gün, bana söylediği şeyleri hiç söylememiş gibi gözlerini kapadı, bu dünyadan ayrıldı. Annem epey gözyaşı döktü, ablalarım siyahlara bürünüp eniştelerimin teselliyle dolu omuzlarına kendilerini bıraktılar.

Ben ne mi yaptım?

Elbette bir oğuldan bekleneceği üzere mirasına sahip çıktım, ülkenin en büyük tam otomatik tekstil fabrikalarından birinin tüm sorumluluğunu üzerime aldım.

Fecri Bey’le de bu sırada tanıştım.

Ticaret odasının geniş salonu, dışarıdaki temmuz sıcağını yok sayarcasına buz gibiydi. Arada bir ön sıralarda oturan ihtiyar bir adam hapşırıyor, yanındaki bir başka ihtiyar adam da kulağına eğilip uzun ömürler diliyordu. Yurt dışındaki yatırım fırsatlarıyla alakalı bu tanıtım toplantısına gelmekle hata ettiğimi düşünmeye başlamıştım. Verilen arayı fırsat bilip lobiye çıktım. Kendime soğuk bir şişe su alıp içmeye başlamıştım ki lobinin dev camekânları reklam moduna geçince şehir manzarası yerini akışkan filmlere bıraktı.

Babam oldum olası bu tür reklam işlerinden tiksinirdi. Ona göre bir ürünü satmanın en kolay yolu bir başkasının tavsiyesiydi. Peki, bu tavsiye nasıl yayılacaktı? Tabii ki o ürünün en iyisini yaparak. Tam otomatik fabrika fikrini ona kabul ettirene kadar neler çekmiştim…

Kalabalığa şöyle bir göz gezdirdim. Danışmanlar boyunlarına astıkları turuncu logolu kartlarla, yeni yatırım peşindeki genç girişimcilere yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Şimdiden etraflarında küçük gruplar oluşmaya başlamıştı. Danışmanlardan biri, yanında kendi yaşlarında bir adamla giriş kapısının hemen yanında elinde bir bardak kahveyle bekliyordu. Hafif kırlaşmış saçları ve sakalı, karşısındakine tepeden bakan bir duruşu vardı. Yanlarına gidip kendimi tanıttım.

Ben Fecri,” dedi, “hu da arkadaşım Seyhan Bey!

Kısaca derdimi anlattım, tam otomatik fabrika kurmanın külfetli olduğunu, bu nedenle yurt dışında pazar arayışında olduğumu söyledim. Bunları anlatır anlatmaz rahmetli babamın adını andı. O sırada gözleri bana sanki öte dünyaya ait bir umutla ışıldamış gibi geldi. Şimdi o tanışma anını düşündüğümde Fecri Bey’in üzüldüğü zaman gerçekten de üzülmüş olduğunu, mutlu olduğunda da gerçekten mutlu olmuş olduğunu şaşkınlık içinde anımsıyorum ve onunla alakalı şeyleri, mazisinden emin olmak isteyen hülyalı bir adam gibi anımsadıkça bu sahihlik duygusunun onun en belirgin özelliği olduğunu bir kez daha fark edebiliyorum.

Fecri Bey bana kartını verdi, sonra yerlerimize geçip sıkıcı sunumun ikinci bölümünü dinledik.

Fecri Bey’i birkaç gün sonra aradığımda, İtalya’dan tanıdığı bir firmanın irtibat numarasını bana verdi, hiç düşünmeden temasa geçmemi istedi. Biraz yaşlı olsaymışım bunu benim yerime o yaparmış. Gülümsemeye çalıştım, sonra o şen kahkahasını duydum. Tahmin edilebileceği üzere bu kahkaha, gerçekten de kahkaha atan birine ait olabilirdi. Evet, beni şaşırtan onun kahkaha atışı değildi, onun gerçekten de kahkaha atıyor olmasıydı.

Ahizeyi yerine koyup arkama yaslandım, sekreterimden bir kahve istedim, aşağıda uzanan limon bahçelerini seyre daldım.

İtalya’yla görüşmelerim olumlu geçti; sonraki bir ay içinde İtalyanlar gelip fabrikayı gezdiler, kumaş kalitesini beğendiler. Yüklü bir sözleşme imzaladık, aynı akşam onları şehrin en güzel lokantası Kule’ye götürdüm. Şirketin uluslararası satışlardan sorumlu müdür yardımcısı Antonio, aşağıdaki ovayı ve onun yaklaşmakta olan akşamla birlikte değişen renklerini seyrediyordu.

Çok güzel!” dedi.

Evet,” dedim, “çok güzel! Babamla birlikte buraya sık sık gelirdik. Bazen saatlerce otururduk ama tek kelime etmezdik. Ama sizlerle iyi anlaşacağız galiba.

Babam o gece, yani Kule’de bana yaşamdan ve ölümden bahsederken, bir yandan da kaburga etinden yapılma özel kebabını yiyordu. Uçlarda gezinen, bu uçları alıp birbirine karıştıran davranışlarını o zamanlar biraz kaba ve gülünç bulur, adeta tuhaf sözlerinin devamı olarak görür, bu sayede onlara katlanmaya çabaladığımı düşünürdüm. Fakat yıllar geçtikçe bu uçları birbirine yakınlaştırmaya çabalamanın, yaşamak uğraşının temel edimlerinden biri olduğunu görerek şaşırdım.

Fecri Bey, İtalyanlarla yaptığımız sözleşmeye çok sevinmişti. Ben de teşekkür mahiyetinde onu yemeğe davet etmek istiyordum ama yanlış anlaşılmaktan da çekiniyordum. Bunu anlamış olacak ki birlikte yemeğe çıkmayı teklif etti.

Kule yerine fazla göz alıcı olmayan şık bir restoranda buluştuk.

Gelmeden önce hakkında biraz araştırma yapmıştım. Yaklaşık on beş yıl önce başlayan ve tüm ülkeyi değiştiren sanayileşme hamlesinin yaygınlaşmasını sağlayan kişilerden biriydi. Adını o güne dek nasıl duymadığıma hâlâ hayret ederim. Türk Rüyası’nı hayata geçirenlerin perde arkasındaki insanlardan birisiyle tanışacağım aklımın ucundan geçmezdi. Bu kavram, her zaman duya duya ne olduğunu bir süre sonra unuttuğumuz o şeylerden birine dönüşmüştü ama şu an biz, tam da onun içinde yaşamıyor muyduk?

Belki buna babamın her şey gibi tarihi de romantize etme tutkusu yol açmıştı. Zengin olmasını sağlayan bu hamlenin esas yapı taşlarını görerek kendini bu akışın içinde doğru yerde konumlandırmaktansa hayali birtakım avuntulara sığınmayı tercih etmişti: Tuttuğunu koparan iş adamı, küçük bir esnafken zengin bir tüccara dönüşmenin kahramanca hikâyesi. Yazdırdığı biyografisinde sürekli vurguladığı bu hikâyenin, doğduğundan beri kendini içinde görmek istediği hikâye olduğunu anlamam epey uzun sürmüştü.

Fakat şimdi karşımda oturan bu adam kanlı canlıydı, her türlü romantizmle masaldan uzaktı. Babamın yeri geldiğinde çevirdiği dolapların, attığı yalanların karşısında, Fecri Bey’in olduğu gibi olan, bundan da memnun, saf, dürüst varlığı, büyük bir cesaret ve özgüvenle duruyordu.

Fecri Bey! Sizi zamanında tanıyamadığım için lütfen kusuruma bakmayınız,” diye geçirdim aklımdan. Babama beni fabrikaya hapsettiği için büyük öfke duyuyordum.

Fecri Bey!” dedim nihayet.

Gülümsedi, yemeğine de devam etti.

Bir şey mi söylemek istiyorsunuz acaba? Lütfen, çekinmeyin. Ben yemek yerken dünyayı unutabiliyorum çünkü bu kebap çok güzel olmuş.

Öncelikle bana anlaşma konusunda yardım ettiğiniz için çok teşekkür etmek istiyorum. Oldukça yüklü bir anlaşma bu. Fabrikanın yedek bölümlerini de çalıştırmamız gerekecek.

Rica ederim, fakat bunlar sevinilmesi gereken şeyler değil mi?

Elbette, sevinilmesi gereken şeyler.” Biraz düşündüm. “Fecri Bey, babam sizce nasıl bir insandı?

Ağzını peçeteyle sildi, gülümsedi.

Bu, her oğlun hayatında en az bir kere sorduğu bir sorudur.

Birden durdu ve arkamdaki büyülü bir şeye bakar gibi uzun uzun baktı.

Babanız inatçıydı, biraz dediğim dedikti, hırslıydı.

Sizce de biraz tuhaf değil miydi?

Tuhaf mı? Bu doğru kelime olmayabilir. Ben hayalperest demeyi tercih ederdim. Belki de eksantrik kelimesini kullanmalıyız!

Aslında onu bir başkasının gözüyle görmek istiyorum. Neden bilmiyorum.

Fecri Bey bir müddet düşündü.

Sanayileşme hamlesinin ilk zamanlarında siz de bilirsiniz ki tam otomatik fabrikaların kurulması konusunda en büyük muhaliflerden birisiydi. Sebebi de kendince mantıklıydı. Belki modernizm öncesinden kalma bir duyarlıkla, insanların üretime bir tür ruh katabileceğine inanıyordu. Biliyor musunuz, bunun bir inanç olmadığını, bunun apaçık bir gerçek olduğunu ben de biliyorum ama gelinen bu noktada bazı şeylerden fedakârlık etmek gerekiyor.

Fecri Bey’in bu soğukkanlı sözleri beni bir kez daha şaşırtmıştı.

Siz de biliyorsunuz ki kendisi bir anda işten atılma korkusu yaşayan işçilerin kahramanı oluverdi.

Evet,” dedim, “o yılları gayet iyi hatırlıyorum.

Bakın, … Bey! Tarihin belli kırılma anları vardır. Bu anlar, insanlara hiçbir şekilde seçme şansı vermez fakat o anı yaşayanlar seçme şanslarının olduğu yanılgısına düşerler.

Babam da böyle bir yanılgıya düşmüştü sanırım.

Fecri Bey cevap vermedi. Başını hafifçe eğmekle yetindi. Bu eğiş, karşıdaki insanın haklılığını tamamen sahiplenen bir eğişti. O, tarihin kırılma anındaki kırılmayı yaratanlardan biriydi. Yemeğini yemeye devam etti.

Babamın yanılgısı benim yanılgımmış gibi kızardım, bir yudum su içtim.

Fecri Bey utandığımı anlamış olacak, “Sıkmayın canınızı!” dedi, “Herkes kendi zamanını yaşar!

Gerçekten öyle miydi? Ya babamın sözleri?

Bir zamanlar dünyanın düz olduğuna inanan milyonlarca insan vardı. İşin tuhafı hepsi de haklıydı!

Ya babam? Babam dünyanın düz olduğuna inandığını söyleseydi şaşırmazdım.

Biliyor musunuz, Fecri Bey? Babamın mirasını devraldığımı, yapmak istediği şeyleri yapmak istememin çok doğal olduğunu düşünüyorum ama yine de yaptığım şeyin doğru olup olmadığından emin değilim. Eğer benim yerimde siz olsaydınız yaptığınız şeyin doğru olduğuna yemin edebilirdim.

Beni gözünüzde fazla büyütmeyin, lütfen!

Bunu derken aslında demek istediği şeyin tersini kastettiğini düşündüm ama hayır, gerçekten de onu gözümde büyütmememi istiyordu.

Sizi İspanya’daki bir firmayla da tanıştıracağım.

Sanki olması gereken buydu. Tarihin kırılma noktasını geride bırakmıştık ve gitmemiz gereken yönde artık özgürdük.

Bana bunu neden yaptığımı soruyorsunuz, değil mi? Bunu babanızı tanıdığım için yapmıyorum ya da sizi çok sevdiğim için. Yanlış anlamayın, ben insanları severim, bu konuda oldukça iyimser sayılırım. Geçen ay bir dergi benimle bir röportaj yaptı. Orada bana ne sordular, biliyor musunuz? Bütün bunları neden yapıyormuşum? İnsan bir gazeteci de olsa nedensellik yasasına boyun eğmeden yapamıyor. Oysa hayat nedensellik yasasıyla açıklanamayacak denli karmaşık. Sizce de öyle değil mi?

Ne diyeceğimi bilemiyordum. Meyveler geldi.

Türk Rüyası’nda kendi öz varlığını bulmuş bir insan için bu rüyanın onu sürükleyeceği yeri görmek istemekten daha doğal bir şey olamaz, değil mi? Bu başlı başına bir serüven sayılmaz mı?

Fecri Bey bir süre düşüncelere daldı, sonra bana büyük bir sır verecekmiş gibi öne doğru hafifçe eğildi.

Bakın, … Bey!

O konuştukça, şeylerin saklı manalarını ifşa ederek olmaları gerektiği yere yerleştiğini açıkça görebiliyordum.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar