SONA DOĞRU
-ANKARA-
Bu sabah öleceğimi öğrendim. O sırada, şişman kara kedi kuyruğuyla oynuyordu. Evde başka kimse yoktu. Telefonu kapattım, mutfağa gidip çay demledim. Hiçbir şey olmamış gibi oturup çayımı içtim. Sonra hazırlanıp dışarı çıktım. Kapının önünde beyaz, irice bir köpek sere serpe uzanmış yatıyordu. Beni umursamadı. Yokuş aşağı yürüdüm. Mahallemin çiçekçisi, yeni çuhalar getirmişti. Sarı, pembe, beyaz çuhalar… Köşeyi dönüp henüz uyanmamış iğdelerin altından, sokağın antikacısına girdim. Antikacı Nermin, beni görünce sevindi. Beyaz takma dişleriyle gülümsedi. “Yeni bir şey var mı?” dedim, gövdesi oymalı bir lamba gösterdi. Gösterişli, incecik cam lambanın dışında, sonradan eklenen bir fiş, korkuluk kolu gibi sallanıyordu. “Yok,” dedim, “bu değil, aradığım”. Duvarda üst üste asılmış Don Kişot resimlerine bakıyordum ki bir kenarda duran Cervantes bıyıklı adam, “Resimler bana aittir, seri olarak yaptım” dedi. Beyaz yakalığı olsa, bir oyunun içinde olduğumu düşünebilirdim. Ne yazık ki, her şey gerçekti. Ressam, kalın sarılmış yaprak sarmalarını iştahla yiyordu. “Kısa zamanda öleceğini bilse böyle iştahla yer miydi?” diye düşündüm. Resimlere itibar etmedim. Sümerbank yapımı, lacivert üzerine kırmızı gül işli eski bir vazo aldım. Vazomla beraber ana caddeye çıktım. Cadde, sıcak ekmek, poğaça kokuyordu. Kokuyu, kese kâğıdına doldurdum. Nereye gitmeliydim, ne yapmalıydım, kiminle konuşmalıydım? Kafamdaki çalkantıyla eve doğru yöneldim. Kesenin hışırtısı, taze ekmeğin kokusu içimi burktu.
O gece, rüyama cevizler girdi. Mandalina büyüklüğündeydiler. Yerlere saçılmış iri cevizler… Kabuklarını soydum, tattım, acıydı. Uyandım, ağzımın içi taze ceviz acısı… Bilinçaltım ne var ne yok toplayıp getirmişti.
Rüyada ceviz görmek, uzun ömre, şifaya, sağlıklı vücuda işaret ediyormuş, güya (?). Oysa ben cevizler olmadan öleceğim. Sürgününü, çiçeğini, tomurcuğunu göremeyeceğim. Tek tek yere atlayan bağrı açık meyvelerin toprağa düşüşünü izleyemeyeceğim.
Ertesi gün nispet edercesine bahar geldi. Üst kattaki yaşlı komşum, şapkasını takıp bahçede yürüyüş yaptı. Elektrikli testere sesleri, kaldırım ağaçlarının budama mevsiminin geldiğini haber verdi.
Hamile kara kedi dışarı çıktı, ağaçların altında, çalıların diplerinde dolandı. Eve dönmek için acele etmedi. Onu beklerken camın önünde oturup yeni tomurcuklanan ılgınlara baktım uzun uzun. Film açıp durdurdum, sepetteki beyazları makineye attım, geri dönüp tekrar başlattım. Tesadüf bu ya, filmdeki doktor, asistan doktora, “Düzgün tanı koymalısın, hastaya durumunu söylerken hislerini kontrol etmelisin, duygunu göstermemelisin” diyordu.
Doktorumun yanlış tanı koymuş olmasını diledim. Bilimin yanıldığı olmaz mı hiç? Olur. Kalktım, koca bir bardak su içtim, kana kana. Başka bir kıtada yaşayan kızıma, akşamları birlikte uyuduğum sevgilime hiçbir şey söylememeye karar verdim. Arkadaşlarım da bilmeyecekti. Kimseye, hiç kimseye anlatmayacaktım. Yazı kalırdı nasıl olsa. Sözcükler kalırdı. Kısa mektuplar yazmayı düşündüm. Filmdeki kara gözlü, küçük İlyas ölünce ekranı kararttım. Yaşasaydı keşke! Ölmeseydi, kurtulsaydı.
Sabah erkenden kalktım. Şehre ilk geldiğimde, oturduğum evi görmek istedim. Yerinde duruyor muydu, sağlam mıydı? Otuz beş yıl ona ne vermiş, ondan ne almıştı? Bana ne söyleyecekti, ne hissedecektim? Durakta beklerken ezan okundu. Güvercinler dallardan yola indi. Kâğıt toplayan uzun saçlı kız terliğini sürüye sürüye önümden geçti. Otobüs geldi, bindim.
Öleceğim. Otobüsteki hiç kimse bunu bilmiyor. Omuz omza gidiyoruz, aynı vasıta ile aynı yolda. Birbirimizden habersiz gidiyoruz. Ön sırada, yüksek koltukta oturan, etrafına küs teyze bilse, mahzunca gülümser mi bana? Sanmıyorum, küslüğüne öyle bir sarılmış ki, bırakamaz. Eski evimin durağına geldiğimde inemedim.
Akşamüstü masama oturmuş, alınacaklar listesine yeni notlar eklerken hamile kara kediyle toprağı eşeleyen saksağanı bakışırken gördüm. O anda Sohrab Sepehri’nin şiirindeki “Yaşam hoş bir âdettir” dizesini hatırladım. Yaşam, bitinceye kadar devam eden, hoş bir âdettir.