GÖKSEL DÜZEN
-ADANA-
“İşte, o zaman aydınlanma gelir. – Ah, evet, düzen vardır ve ona erişilebilir.” / Olga Tokarczuk, ‘Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’
Aptal oradaydı, sırada, Asabi’nin hemen önünde; zamanı çoktan geçmiş yerdeki sosyal mesafe uyarısının etrafında, yörüngedeki sarsak bir gök taşı gibi dolanıyor, uzayın gayrimeşru oğlu misali, kız arkadaşının, yani Kararsız’ın gösterdiği beyaz elbiseyi isteksiz gözlerle takip ediyordu. Kararsız, koşar adım başka bir reyona gidince Aptal’ın hareketleri daha da gevşedi, bir sağ bacağına bir sol bacağına yaslanıp telefonunu incelemeye koyuldu. Zavallı, yani kasiyer, en öndeki müşteri olan Nakitsiz’e, yani nakdi olmayan kıza, sistemin arıza verdiğini, yalnızca nakit ödeme kabul edebileceğini söyleyince Nakitsiz, olduğu yerde, kara deliğin yanından geçerken olay ufkuna saplanan kuyruklu yıldız gibi kalakalmıştı. Sıra ilerlemiyordu. Asabi, elinde ‘üç al iki öde’ kampanyasından faydalanıp almaya karar verdiği çoraplar öylece bekliyordu; sinirlenmeye başlamıştı.
Kararsız elinde aynı elbiseyle geldi, onu Aptal’a verdi, yan tarafta asılı çiçekli elbiselerle ilgilenmeye başladı ama bu ilgisi cüce bir yıldız gibi hemen söndü, aşkla gülümseyip Aptal’ın telefonla ilgilenmeyen sağ elini tuttu.
Asabi, bunun bir sıra olup olmadığını bir türlü çözemiyordu. Şöyle bir arkasına dönüp baktı; kimin sırada olduğu, kimin ürünlere baktığı anlaşılmıyordu. Fakültede seçmeli olarak verdiği ‘Düşünce Deneyleri’ dersinde bile şu anki kadar kafa patlatmamıştı. Sıra gibi görünen ama sıra olmayan bir şeyin açıklamasını yapmaya çalışmak; işte bu, abesle iştigal etmekten başka bir şey değildi.
Dersi genelde mühendislik fakültesi öğrencileri alıyordu. Felsefe bölümü derslerinin müfredatı içinde bu türden bir boşluk olduğunu fark edince bölüm başkanıyla görüşmüş, o da yeni dersi memnuniyetle karşılamıştı. “Ders değil efendim,” demişti ukala bir tavırla, “deney!” Adam ona garip garip bakınca şaka yaptığını söylemişti. Oysa yapmıyordu.
Bugün medeniyetler hakkında konuşmuşlardı. Gelecekte ortaya çıkabilecek yeni medeniyetler hakkında öğrencilerin tasavvurları bir hayli ilginçti. Bir tanesi geleceğin böcek medeniyeti olacağını, böceklerin her türden zorluğa uyumlu olmaları nedeniyle besin zincirinin tepesine tırmanarak dünyayı ele geçireceğini söylemişti. Bir başkası, yapay zekâ tarafından yönetilen ve dünyayı tamamen kaplayan bir makinenin bir sonraki medeniyet olacağını iddia etmişti. Dünyanın tüm bilgisine anbean sahip olacak olan bu makine bir süre sonra dünyanın kendisine dönüşecek ve ebedi huzuru getirecekti. İçinde insan olan birkaç medeniyet tasavvuru elbet vardı ama bunlar daha çok bilim kurgu hikâyelerinde rastlanan karanlık dünyalara benziyordu.
Nakitsiz, yörüngedeki yerini beğenmemiş bir buz devi gibi harekete geçince Asabi, tıknaz vücudunun baştan aşağı gerildiğini hissetti. Nakitsiz, sıranın gerçek bir sıra olabilmesini sağlayacak en önemli kişiyken bu kutsal vazifesinin kıymetini bilmiyormuş gibi şimdi Kararsız’a yanaşıyordu. Çirkindi, giydiği yeşil elbise sanki bu çirkinliği bir kat daha artırmıştı. Zavallı, Merkez’le ilgili bir şeyler mırıldandı. Asabi, olup biteni anlamakta güçlük çekiyordu. Önündeki sıra, tabiri caizse ip gibi olması gerekirken Büyük Patlama’nın birkaç saniye sonrasını andırıyordu. Nakitsiz, sanki bir yerlerden kütleler ödünç almış, aldığı bu kütleleri küt diye kendi kütlesine eklemiş, bu sayede kütle çekim etkisini bir hayli artırmış, Aptal’la Kararsız da hiç beklemedikleri bu çekim etkisiyle göksel düzene boyun eğeceklerine asi gök adalar gibi genleşerek dağılıp gitmişlerdi.
Zavallı, müşterilerin psikolojik baskısını kaldıramamış, arızanın Merkez’den kaynaklandığını söylemiş, bu sayede savunmasını vermeye çalışırken adeta çuvallamış, müşteriler çok tanıdık gelen bu mazereti kale bile almamışlardı. Bir yandan elbise katlarken bir yandan da kara kara ne yapacağını düşünüyordu. Yüzünde mahcup bir ifade, bir kez daha müşterilere yalnızca nakit ödeme yapabileceklerini açıklamaya çalıştı. Nakitsiz, kasadan iyice uzaklaşmıştı. Aptal, ağzı bir karış açık halde telefonuna bakıyordu. Kararsız ortadan kaybolmuştu. Asabi, birkaç adım atıp durdu, başını çevirince Güzel’i, yani kendi güzellik kriterlerini tam olarak karşılayan kızı gördü. Orta boylu, ince siyah saçlı, minyatürlerden fırlamış gibi küçücük yüzlüydü. Gözleri hafifçe çekik, burnu hokkaydı. Asabi sanki Güzel duysun diye şikâyet dolu bir şeyler söylendi ama kızcağız oralı bile olmadı, kasaya giden zorlu yolun yan tarafına dizilmiş çorapları incelemeye koyuldu. Asabi bunların hepsi birbirine benzeyen, lacivert, gri ve siyah renkte dümdüz erkek çorapları olduğunu fark etti. Yıllardır âşık olduğu kadını bir başka erkeğe kaptırmış gibi iç çekti. Bu sırada Güzel, etrafında döndüğü gezegeni özleyip de kimi zaman yaklaşan ve gezegenin sularını yükselten bir uydu gibi Asabi’ye yaklaşarak sıradan ayrılmıştı. Asabi, kızın parfümünün kokusunu almaya çalıştı fakat burnuna gelen tek koku lağım kokusu oldu, yüzünü ekşitti.
Kasanın arkasındaki açık kapıdan çığlığı andıran bir ses duyuldu:
“Erhan Bey! Lavabo arızalanmış. Her yeri sel götürüyor. Lütfen, çabuk gelin!”
Telaşlı adımlar bir sağa bir sola gitti. Müşteriler “Neler oluyor?” der gibisinden birbirlerine baktı.
Asabi bunun bir ceza olduğunu düşündü. Sıraya benzemeyen bir sırada beklerken mağazayı sel aldığını, bütün elbiselerin, çantaların, çorapların son moda bir akıntının içinde caddeye taştığını hayal etti.
Nakit ödeme yapmak isteyen müşteriler yandaki sıraya geçmeye başlamışlardı fakat görünürde Zavallı’dan başka bir kasiyer yoktu. Asabi, asabi olma aşamasını geçip tepesi atık olma yolunda emin adımlarla ilerlediğini hissediyordu. Kim bilir hangi gezegen hangi takımyıldızın etkisi altına girmişti? Göksel düzenin, yeryüzünde ancak ve ancak bir şamataya dönüşebildiğini düşündü. Ne yüce bir ışıldama, ne kaderi bile titreten bir önsezi!
Şimdi aralarında çorap reyonu olan iki sıra vardı; yeni sıra, yani nakit ödeme yapabilecek olanların sırası, diğerine göre daha derli toplu ve olgundu. Güzel, ısrarla eski sırada kalmaya devam ediyordu. Belli ki onun da nakdi yoktu ama Güzel, Nakitsiz gibi sünepe ve çekilmez değildi. O, Güzel’di. Belki de göksel bir düzenin yeryüzündeki son iziydi.
Zavallı, yeni sıradaki müşterilerle ilgileniyordu. Asabi, Güzel’le eski sıradaydı, belki de iyi olan tek şey buydu. Etrafında olup biteni seyrederken sebepsizce başını tavana kaldırdı ama parlak spotlardan başka bir şey göremedi.
Bu sırada siyaha boyanmış ahşap kapıdan, mağaza müdürü olduğu her halinden belli olan keçi sakallı bir adam –Belki de Erhan Bey’di– çıktı. Sırada bekleyen ve artık sabırsızlanmaya başlamış müşterilere şöyle bir bakıp Zavallı’ya yanaştı, sol omzunun üzerine eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Belki de Merkez’den haber gelmişti. Müşteriler arasında bir hareketlenme oldu. Sıra ilerlemeye başlayacak, her şey yoluna girecekti ama öyle bir şey gerçekleşmedi. Zavallı elindeki kazağı bırakıp cep telefonundan birini aradı, neredeyse hiçbir şey söylemedi. Karşıdaki anlattı, o da ifadesiz ve yılgın bir yüzle dinledi.
Asabi, “Zavallı zavallı!” diye düşündü. Kim bilir şimdi evinde olmak için neler vermezdi! Evinde rahat rahat oturmak, belki televizyonda yaşadığı hayattan bir anlığına da olsa uzaklaşmasını sağlayacak bir dizi seyretmek isterdi. “Acaba altı gün çalışıp bir gün dinleniyor mu, yoksa üç gün çalışıp bir gün dinleniyor, sonra yine üç gün çalışıyor mu?” diye kendine sordu.
Aptal ve kız arkadaşı Kararsız ortadan kaybolmuşlardı. Asabi onlara bakındı ama göremedi. Sadece nakit ödeme kabul eden yandaki sıra şimdiden kalabalıklaşmaya başlamıştı. Parlak bir yılan gibi uzanan sıranın önünde sarı saçlı bir kadın dikiliyordu. Yanında beline kadar ancak gelen bir kız çocuğu mızıldanıyor, “Gidelim!” diyerek annesini darlıyordu. Kadın gayet soğukkanlı bir şekilde çocuğa hiç aldırmadan çantasından kıpkırmızı bir elma çıkarıp uzattı. Kız elmayı havada kapıp küçük ön dişleriyle fare gibi kemirmeye başladı. Asabi’nin içi bulandı. Zihninin kavradığı her şeyin iri bir çıkıntı gibi ona batıyor olması büyük bir talihsizlikti. Oysa her şey çok daha akışkan, bir tatlı kaşığı taze kaymak gibi pürüzsüz olabilirdi:
“İçinde bulunduğu maddi dünyayla uyuşma içinde olan bir zihin, doğru düzgün ip gibi bir sıra oluşturabilmek için elzemdir.”
Teorisini tarttı, değişik açılardan bakarak gözden geçirdi, yeni de olsa savunulabilir buldu. Sürdürülen maddi yaşam koşullarının zihinle olan uyumunun, toplumsal huzur açısından olmazsa olmaz olduğuna kanaat getirdi. Kendini bir anda Güzel’in hemen önünde zihin-madde ikiliği içinde bulmak ona tuhaf gelmişti.
Zavallı, hızlı hareketlerle kıyafetlerin alarmlarını söküp önündeki deliklere bırakıyor, kasa arkasında tek başına olmanın tüm zorluğunu yaşarken Merkez’in, içinde boğulduğu probleme bir çözüm bulmasını can-ı gönülden diliyordu. Merkez ise şu an milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki sessiz bir galaksiden farksızdı. Eğer bu maddi koşullar bizim kendi zihnimizin eseri olsaydı Zavallı belki de daha mutlu bir hayat sürecekti, diye düşündü. Oysa çevresinde gördüğü her şeyin yabancı bir zihinden doğduğunu biliyordu. Tavanda bembeyaz patlayan spotlardan üstündeki kot pantolona, cebindeki telefondan Güzel’in dudaklarındaki kıpkırmızı ruja, Merkez’le Zavallı’yı birbirine bağlayan fiber optik ağlardan cebindeki kredi kartlarına, tüm bu saydıklarını içinde eriten sosyoekonomik ilişkilere kadar her şey, dünyayı ele geçirmeye çalışan yabancı bir zihnin ürünüydü.
Nakitsiz, Zavallı’ya bankamatikten para çekip gelmeyi ve ödeme yapmayı önerdiğinde Zavallı neden kabul etmemişti? İşte, bu tuhaftı. Belki de Zavallı, Merkez’e fazlaca güveniyordu. Zavallı Zavallı’nın muhtemelen Sünger’den haberi yoktu. Sünger, zihinsel yaşamla maddi yaşam arasındaki çelişkilerden beslenen, her tür çözümü emerek yok eden bir tür yabancılaşmış bilinçti. Ancak Dünya’ya çok yukarılardan, göksel düzenin içinden bakan melekler tarafından görülebilirdi. Zavallı, Aptal, Kararsız, Güzel ya da Nakitsiz onu göremezlerdi çünkü zaten onun içindeydiler. Kendi bilinçlerinin toplamından oluşan bir şeyin farkına varabilmeleri için, öncelikle kendi yabancılaşmış bilinçlerine yabancılaşmaları, yani sürdürülebilir bir bilinç yaratmaları gerekirdi ancak bu oldukça zor bir işti; çünkü had safhada farkındalık gerektiriyordu. Asabi, ümitsizliğe kapıldı. Güzel, renksiz ve dümdüz erkek çoraplarını seçmekle uğraşırken sürdürülebilir bir bilince nasıl ulaşabilirdi? Ya Aptal? Pespayelik onun ruhuna işlemişti. Sümsük olduğu her halinden belliydi. Şu ışıltılı mağazanın içinde hak ettiği şey ancak hor görülmek ve küçümsenmek olabilirdi. Kararsız’ın da ondan pek farkı yoktu. Düz beyaz ve çiçekli elbiseler arasında gidip gelen zihni o kadar meşguldü ki herhangi başka bir şeye ayıracak en ufak bir zamanı yoktu. Ya Nakitsiz’e ne demeli? Daha sıranın başında olmanın sorumluluklarını yerine getiremiyorken bilincinde aşama kaydetmesini beklemek ancak saflık olurdu. “Yine de,” diye düşündü Asabi, “bu maddi hayatın olağan koşulları içinde yaşamını sürdürmek bile yabancılaşmış bir bilinci kabullenmek değildir de nedir?”
Ah, bir de şu sıra ip gibi olabilseydi!
Zavallı, nakitle ödeme yapmayı kabullenmiş bir başka müşterinin aldıklarını katlarken yüzünün rengi, üstündeki siyah tişörtün rengine yakınsamıştı. Satın alınan mamullerin parasını müşteriden tahsil eden bir çalışan değil de insanın hayatta yapıp ettiklerinin hesabını soran bir zebaniye benziyordu.
“Etrafımda gördüğüm tüm bu şeylerle uyumlu bir zihne nasıl kavuşabilirim?” diye kendi kendine sordu. Elindeki çoraplara baktı. Güzel’in hokka burnu aklına gelince içini küçük bir sevinç kapladı.
“Toplumsal olarak maddeyle hesaplaşmak gerekli… Bu hesaplaşma sonucunda mecburen ortaya çıkacak olan akılcılık sayesinde üretim, toplumsal hayat için taşıdığı önem açısından birinci sıraya yükselecektir. Böylece herkes için çalışan bir hukuk sistemine giden yol açılacaktır. Nihayetinde eğitimin değeri anlaşılacak…”
Asabi, tüm bunların birbirinden ayrılamayan, neredeyse hepsi eşit derecede önem taşıyan parçalar olduğunu biliyordu ama düşünmek sıralamak demekti.
“Onlarınki ‘Üretim Medeniyeti’, ‘Pürüzsüz Hayat Medeniyeti’, ‘Kayıp Otoban Medeniyeti’, ‘Alışveriş Medeniyeti’, ‘Uzak Galaksiler Medeniyeti’, ‘Sağlıklı Yaşam Medeniyeti’, ‘Simülakr Medeniyeti’, ‘Kendi Kendini Yok Edip Durma Medeniyeti’, ‘Hamburger Medeniyeti’, ‘Artı Değer Medeniyeti’, ‘Spleen Medeniyeti’, ‘Spor Ayakkabı Medeniyeti’…”
Açık kapıdan içeri başka bir kasiyer girdi. Merkez sorunu çözmüştü, kredi kartıyla ödeme yapılabilirdi. Nakitsiz sevinçle kasaya yanaştı.
“Bizimki…” diye uzun uzun düşündü. Bir türlü doğru kelimeleri bulamıyordu. Bir ipucu bulmak için etrafına bakındı. Tüm bu görüntünün ardında, uyuklayan, unutulmuş, geri çekilmiş, dağılmaya yüz tutmuş, duman halinde yaşayan, maddeleşmek isteyen ama bir türlü maddeleşemeyen bir şeyin kokusunu alır gibi oldu.