ÖYKÜ 

EDİBE MAS’IN GÜNDÜZ DÜŞÜ

Bir yaz günü öğleden sonra Bayan Oedipa Maas, Tupperware partisinden eve döndü.” – Thomas Pynchon, ‘49 Numaralı Parçanın Nidası

Bir ağustos günü öğleden sonra Edibe Mas, pastaneden eve döndü. Ne zamandır görüşmediği üniversiteden arkadaşını gördüğü bu can sıkıcı buluşma için cehennemi andıran bir günü neden seçmişlerdi ki? Bir üst dönemden arkadaşları Sevim, iş için şehirdeydi, nasıl olmuşsa olmuş, kendine bir günlük bir boşluk yaratmış, o boşluğa da Cavidan’ı, Gülseren’i ve Edibe’yi sıkıştırmayı başarmıştı. Oysa telefonları çaldığında ve karşıdaki hayat dolu ses onları bir günlüğüne şehre davet ettiğinde, üçü de yazlıklarında oturmuş, öğleden sonra denizden esen meltemin keyfini çıkarıyorlardı. Kocalarından uzaktalardı, çocukları gözlerinin önündeydi, belki akşama doğru kayınvalideleri teşrif edecekti aniden, belki de bir koşu heyecanla denize ineceklerdi; çünkü denizin en güzel olduğu zaman akşamüstüydü Cavidan’a göre, Gülseren’e göre ve Edibe’ye göre. Denize girmek için en güzel zamanın akşam olduğunu herkes bilirdi ve bunu uzaktan gelen bir okul arkadaşının düzenlediği pastane buluşmasında birbirlerine söylemeye de gerek görmemişlerdi. Sevim’in yazlığı olup olmadığını bilmiyorlardı; Sevim onları aradıktan sonra onlar da birbirlerini aramış, Cavidan, Gülseren’e Sevim’in ne iş yaptığını sormuş, Edibe, Cavidan’a Sevim’in ikinci evliliğini yaptığını duyduğunu anlatırken markette çalışan çocuk acı acı zile basıp ekmek ve yoğurt getirmiş, Edibe elinde telefon, kapıyı açtığında elindeki elli lirayı çocuğa uzatıp kapıyı bile kapatmadan koltuğa geri dönmüş, çocuk para üstünü sehpaya bırakmış, kendine daimi bahşiş olarak bellediği beş lirayı cebine atıp demir kapıyı küt diye çarpmış, o sırada Gülseren, Sevim’in aradığını söyleyerek bir umutla belki buluşma iptal olur beklentisiyle ona dönmüş, fakat beklediği olmamış, Sevim buluşmaya bir iş arkadaşını davet etmek istediğini, kızların onu mutlaka çok seveceklerini her zamanki sevimliliğiyle anlatırken, Gülseren bunu kızlara anlattığında kızların ne düşüneceğini merak etmiş, bir yandan da bu iş arkadaşının kim olduğunu merak ettiğini kendine itiraf etmek zorunda kalmıştı.

Sevim’in yanında zaman su gibi akıp geçmişti. Uzun zamandır onu görmemişlerdi ama sanki daha dün ayrılmış gibi muhabbet muhabbeti açmıştı. Sevim’in yanında gelen kız, şirketin halkla ilişkiler bölümünde çalışıyordu – bu arada Sevim önümüzdeki ay çalıştığı tekstil firmasında müdire olacaktı ve onların da çoktan anladığı gibi buraya yeni müşteriler bulmak için gelmişti fakat en çok görüşmeyi istediği fabrikatör Mehmet Bey aniden rahatsızlanmış, görüşmelerini birkaç gün ileriye atmak zorunda kalmış, o da geri dönmek istemediği için aklına bu buluşmayı ayarlamak gelmişti. Ne de iyi etmişti! Keşke hava daha serin olsaydı! Keşke bizim yazlığa gelseydin. Önünde birkaç gün vardı. Acaba kaç gün? Ya gelirse? Edibe önündeki likörlü çikolatalardan bir tane daha alıp ağzına atmış ve klimanın sırtına vurduğunu o an fark etmişti. Hemen ayağa kalkmış ve Sevim’in yanına oturmuş, hafifçe boynunu sıkmış, onu gören Gülseren, “Eskiden de nazlıydın!” deyince hepsi birden gülüşmüşlerdi. Edibe ikinci evlilik mevzuuna girmek için fırsat kollarken yanına oturduğu Sevim’in bacakları dikkatini çekmişti. Mini eteği iyice yukarı çıkmış, beyaz teni siyah eteğiyle tuhaf bir zıtlık oluşturmuştu. Nasıl böyle kalabilmişti? Üstelik onlardan iki yaş da büyüktü. Onlardan erken evlenmişti, çocukları üniversiteye gidiyordu. Edibe, kadının bacaklarına tekrar bakmış, yok artık, diye düşünmüştü. Sonra bir tane daha çikolata ağzına atmıştı. Kaç tane yedim ki, diye kendine sordu. Beş, on, on beş? Başı hafifçe dönüyor gibiydi, koltuğa oturunca, beyaz güneşlik sanki onu kucaklamak istiyormuş gibi koltuğun gri kumaşı üzerinde kayıp Edibe’nin vücudu etrafında toplandı.

Ahmet’in eve gelmesine daha çok vardı. Fakat evde Ahmet’in, daha doğrusu herhangi birinin yaşadığına dair bir emare yok gibiydi. Mutfağa adımını atar atmaz burnuna sabahki kahvaltı artıklarının kokusu çarptı. İçi bulandı, balkonu açıp temiz hava alayım, dedi ama içeri sanki temiz hava değil de ateşten atlar üstünde seyahat eden birkaç süvari girdi. Edibe yine de başını dışarı uzatıp atların homurtuları ve üzengilerin şangırtıları arasından biraz temiz havayı içine çekmeyi başardı. Salona geçip klimayı çalıştıracaktı ki sigarasının bittiği aklına geldi. Derin bir of çekti. Kapıcı Selim’i aradı ama ulaşamadı. Yine bodrumda hamam böcekleriyle uğraşıyor olmalıydı. Varsa yoksa hamam böcekleri, diye düşündü. Bir canlının bir başka canlıyı yeryüzünden silmek için bu kadar gayretkeş, azimli ve tutkulu olmasını tuhaf buldu. Yöneticiyi en son gördüğünde ayaküstü laflamışlar, konu en son Selim’in yurt dışından –muhtemelen Almanya’dan– bir akrabasına getirttiği ilaca gelmişti. İlaç hem doğaldı, yani insanlara zararı yoktu hem de çok etkiliydi, öyle ki şırıngayla uygulanıyordu ve bir damlası neredeyse tüm bir koloniyi yok etmeye yeterliydi. Edibe, yöneticinin koloni kelimesini kullanmayacağını düşündü, o halde başka bir kelime kullanmıştı. Ama hangi kelime? Bakışları buğulandı, canı sigara çekti, evin girişindeki vestiyerin çekmecelerini karıştırdı, sonra Ahmet’in çekmecelerini. Ama Ahmet arada bir kafası bozulunca paket alan tiplerden olduğu için pek ümidi yoktu. Bulamadı da. Koloni koloni, diye tekrar ediyordu kendi kendine. İlacı bir tane hamam böceğinin yemesi yeterliymiş. O ilk yiyen ölünce –hamam böcekleri meğer yamyammış– diğerleri de onu yiyormuş ve böylelikle ilaç bütün koloniye yayılıyormuş. Koloni! Kelime sanki aklının içinde çın çın ötüyordu şimdi. Kaç tane içmişti ki? Hayır yemişti! Likörlü çikolatalardan… Sayıyı bulmaya çalıştı ama yöneticinin beyaz bıyıklarıyla kırmızı alt dudağının oluşturduğu kuyudan fırlayıp gelen koloni kelimesinden başka bir şey düşünemiyordu.

Bodrumun her yanını, duvarlarını, kıyıya köşeye atılmış bisikletleri, sandalyeleri, abajurları, tavandan geçen su borularını kımıl kımıl hamam böceklerinin sardığını hayal etti: Koloni. Koloni bu kadar büyüktü demek. Daha doğrusu bodrum neyse koloni de oydu. Bodrum kadar bir koloni değil, bodruma denk bir koloni! Tüm o hamam böcekleri yuvadaki karıncalar gibiydi, bir tanesinin eksikliği ya da fazlalığının hiçbir anlamı yoktu, o yüzden birbirini yiyen hamam böceklerinin… Kendi kendini yiyen… Yatağa uzanacaktı ki tiryakiliği baskın çıktı, bir koşu dışarı çıkıp asansörü çağırdı. Yenilenen asansör, sanki asil bir hizmetkâr gibi, hiç ses çıkarmadan önünde durup kapılarını ardına kadar açtı ve o an karşısındaki aynada kendisini gören Edibe Mas, olduğu yerde kalakaldı. Yüzünün orta yerinde bir tane hamam böceği vardı. Gayriihtiyari çığlık atıp yüzündeki böceği bir fiskeyle savurmak istedi, geri çekildi, yine çığlık attı, iki eliyle sanki yüzünü silmeye çalışıyordu. Sakinleşince böceğin gittiğine kanaat getirdi ve asansörün düğmesine yeniden bastı. Kapı yine sessizce açıldı ama böcek yine oradaydı, yani aynanın tam üstünde. Hiç kıpırdamıyordu. Merdivene yönelen Edibe Mas’ın aklında o an sigaradan başka bir şey yoktu ama Sevim’in eteği, Ahmet’in çöpe tıktığı salatalık kabukları, zeytin çekirdekleri ve küflenmiş peynir kırıntıları, kiraz likörlü çikolatalar, küp şeklinde, küre şeklinde, silindir şeklinde kakao ve şeker akıntıları… Boğazından başlayıp midesine doğru ilerleyen sigara içme isteği basamaklar azaldıkça ve otomatik lambalar bir yanıp bir söndükçe sanki başka başka kılıklara giriyor, kafasının içindeki bunca şeyle nasıl baş edeceğini düşünüyordu. Hem Sevim, müdire de olacaktı. Bir de yanında şirketin halkla ilişkiler çalışanını… Kızın dudakları kıpkırmızıydı. Edibe önce ruj sanmıştı ama dikkatle bakınca kızın kendi dudakları olduğunu anlamıştı. Arada bir sohbete katıldığı için hakkında pek fazla bir şey öğrenememişlerdi. Şirkette iki yıldan beridir çalışıyordu. İstanbulluydu.

İkinci katın kapısı aniden açılınca Edibe korktu. Yaşlı kadın, çöpünü kapının önüne koyup hemen içeri girince Edibe’yi görmedi. İçeriden başka bir yaşlı kadının sesi geliyordu. “Kim kime, dum duma! Hele beni de davet etmesin mi? … Bize ne! Bize ne!” Edibe merdivenleri inip durmaktan sıkılmıştı. Zemin kata gelince durdu, çiçek desenli siyah demir kapıyı zorlukla açtı. Süvariler oradaydı. Daha kalabalıklardı. Atlar burnundan soluyor, kuyruklarını sallayıp üşüşen sinekleri kovalıyordu. Güneş gözlüğünü taktı. Güneş bir anda geri çekilerek bulandırdığı çizgileri serbest bıraktı, ağaçlar hafifledi, otoparkın betonundan yükselen nem sanki diz seviyesinde durakladı, beyaz bulutlar pastanede görmüş olduğu kremalı pasta gibi aniden soğudu. Markete gidecek hali yoktu. Bakkal diye düşündü. Sokağa çıkınca çocuğun biri sanki rüzgâra kapılmış gibi bisikletiyle önünden geçiverdi, az daha çarpacaktı. Kaldırımda yürümeye başladı. Turunç ağaçları kocaman bir buhar denizinde yüzüyor gibiydi. Asfalt yol, üstünden geçen arabaların ağırlığı altında şekil değiştiriyordu. Bir an çantasını almadığını düşünerek korktu ama omuz çantasının sıcak derisine temas eden işaret parmağı onu sevindirdi. Sokağın köşesinde, dut ağacının altında karpuzcu vardı. Sandalyesine oturmuş, elinde bir de mendil. Ensesini silip duruyordu. Edibe’nin içi kalktı. Yanından geçerken adamın tilki gözlerinin onu baştan aşağı süzeceğini biliyordu. “Hayırlı işler!” dedi. “Sağ ol, Edibe Hanım!” dedi karpuzcu. Adımı nereden biliyor? Allah Allah! Geçen yaz görmüştüm en son, Ahmet yazlığa giderken arabanın arkasını karpuzla doldurmayı pek sever, tamam da ben arabadan inmemiştim bile. Arabanın arkasında karpuzlar! Otobanda ilerleyen arabanın bagajının kapısının açıldığını, karpuzların özgür kalmanın sevinciyle kendilerini asfalta bıraktığını hayal etti. “Likörü fazla kaçırdım,” diye düşündü, “daha doğrusu kiraz likörlü çikolatayı fazla kaçırdım.

Sevim anlatıyor, onlar da hayran hayran dinliyorlardı. Karpuzlar paramparça oluyordu tabii. Gülseren, Edibe, bir de Cavidan. Kız sanki Sevim’in anlattıklarını zaten biliyormuş gibi limonatasından bir yudum alıyor, sonra da havuçlu kekten bir lokma. Soğuk kek, buz gibi, arasında şeker, havuç ve tarçınla yapılmış koyu krema. İncecik bir çizgiydi krema, üstteki havuçlu kekle alttaki havuçlu keki ayırıyordu; daha önceden, belki de bir başka buluşmada bu kekten yemişti, pek de beğenmişti. Şu Mehmet Bey de kimdi? Sevim ondan sanki yeryüzündeki her şeyin sahibiymiş gibi söz ediyordu. Belki de adam öyle biriydi. Soyadını niye sormamışlardı ki? Zengindi zengin olmasına ama Sevim’in ondan bahsedişiydi onu Mehmet Bey’e çeken. Edibe, Mehmet Bey’in böyle önemli bir görüşme öncesinde rahatsızlandığına ihtimal veremedi. Mutlaka bir sevgilisi vardı ve adam da her erkeğin yapacağı gibi aşkı tercih etmişti. Gülseren’i çökmüş, Cavidan’ı aynı eskisi gibi bulmuştu. Arsızdı Cavidan. Kocası Ziya’yı parmağında oynatırdı. Adam Marmaris’ten villa almak için uzun uzun dil dökmüş ama o sırf kocasının dediği olmasın diye rest çekmişti. Hâlbuki arada bir yanlarına gitseler fena olmazdı. Bir çikolata daha atmıştı ağzına. Bir tane daha. Klimanın sırtına sırtına vurduğunu çok sonra… Eli istemsizce boynunun önce sol, sonra sağ tarafını okşadı. Elinin ona sormadan kaldırımı, turunç ağaçlarını, kaldırım kenarındaki sararmış otları, yola park edip dörtlülerini yakmış olan taksinin sarı sıcak gövdesini, neredeyse ateş çıkaracak kadar ısınmış lastiklerini, boyası yer yer dökülmüş bahçe duvarını, bahçe duvarının arkasına geçip güneşin kollarında baygınlık geçiren begonvilleri okşadığını, sonra her şeye tek bir anda dokunabilen sihirli bir ele dönüştüğünü hayal etti. Bu okşayışların…

Karşıdan güzel bir kadın çıkageldi. Basit bir kot pantolon, üstüne de beyaz bir tişört giymişti ama tavırlarında bir başkalık olduğu her halinden belliydi. Bakışlarını nedensizce öne eğdi. “Edibe!” Ona mı sesleniyorlardı? Bilemiyordu. “Edibe!” Evet, bu, kot pantolonlu kadındı. Gözlüğünü çıkardı, ikinci katta oturan Yeşim! Kusura bakma canım, biraz rahatsızım da! Nasılsın görüşmeyeli? Ne işin var bu sıcakta buralarda? Ya senin ne işin var? Bizim oğlan dün gece ateşlendi. Apar topar getirdik doktorumuza. Bir şeyi yoktur, inşallah! Yeşim! Efendim! Yeşim! Edibe! Efendim! Edibe! Kusura bakma, biraz keyifsizim de! Ne işin var burada? Hiç sorma, Tahsin’in İsviçre’den kız kardeşi gelecek akşamüstü, Feride. Havaalanına gidip onları alacağız! Çocuğu da annemle bıraktık. Çikolata da getirir mi acaba? Yani Tahsin’in kız kardeşi! Kiraz likörlü çikolatalara bayılırım ben! Keşke daha önce söyleseydin, senin için getirttirirdim. Yeşim! Efendim! Edibe! Efendim! Nasılsın canım? İyiyim, sen? Üniversiteden bir arkadaşımızla görüştük bugün ve ben bir sürü kiraz likörlü çikolata yedim. Afiyet olsun! Görüşürüz. Geçmiş olsun! Selam söyle Feride’ye!

Bakkalın önündeki dondurma dolabının başında iki çocuk gördü. Bakkal yanlarına gelip dolabın kapağını kapattı, çocuklardan biri tekrar açtı. Bakkal tekrar kapatacaktı ki Edibe’yi görünce gülümseyip selam verdi. Hasan Efendi! Bir paket… Nasılsınız, iyi misiniz? İyiyim de çok yedim. Çok şey gördüm bugün, Hasan Efendi. Duydum, dokundum. Sana şeyi anlatmak isterdim. Neyi? Tüm bunların neden böyle olup bittiğini. Ahmet’in işten saat kaçta geleceğini bilmediğimi. Korktuğumu. Ege’yle Efe’yi yazlıkta bıraktığımı. Alev almış atlıların peşimi bırakmadığını. Kafamın içinde eriyip giden yolların birbirine düğümlendiğini. Kafamın kara bir girdap gibi gelip geçen her şeyi massettiğini.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar