FELSEFE 

DOKUNMAK

Osmanlı medresesinde diyalektiğe ‘cedel’ denir. Nedense cedeleşmeye pek iyi anlam vermemişiz. Demokraside düşünce cedelleşmesi olmadıkça, siyasi eğitim gelişemez.” – Dr. Hikmet Kıvılcımlı

Son yıllarda sohbetlerimde diyalektik materyalizmi ön plana çıkarmamın nedeni tesadüf değildi. Zaten materyalizmde de tesadüfe yer yoktu. Bir yerlerde okumuştum: “Devrimciler Marksizm’in teorik temelini oluşturan ‘Diyalektik ve Tarihi Materyalizm’i derinden kavrayarak yaratıcı bir biçimde hayata geçirirler.

Belki iddialı olacak; ama ‘Diyalektik Materyalizm’ anlaşılmadan Marksizm de anlaşılamaz. Daha önemlisi, dünya görüşümüzde ciddi yalpalamalar yaşanır. Öyle ki zamanında devrimcilik yapmış koca koca adamların “tokuşmalarına”, kimilerinin dini terimlerle selamlaşmaya başladıklarına ve konuşmalarını bu minvalde yaptıklarına, piyasa adamlığına doğru hızlı bir yol aldıklarına tanık oluruz. Bu değinmenin teorik bir yanı yok. Bunun adı olsa olsa eski devrimcilerimize yakıştıramadığımız, çok da önemli olmayan tutumlarını herkese açık platformda halklarımıza şikâyet etmek yoluyla gıybet etmek olur.

Teori üretme, boyumu aşma çabasında değilim. Böyle bir becerim de yoktur. Yaptığıma sadece ‘az veya çok bildiklerimi birilerine aktarmak’ denilebilir ancak. Bu da en basit haliyle teoriyi, yani ‘Diyalektik Materyalizm’i doğrular. Benim açımdan öğrendiklerim, pratiğe uyguladıklarımdır. Bu anlamda teorik olarak biriktirdiklerim onları aktarmaya çalışmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Her iki kavram da (teori ve pratik) birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Zira bunu hepimiz yapıyoruz. Yeri geliyor birbirimizden, yeri geliyor bir çocuktan bir şeyler öğreniyoruz.

90’lı yıllarda okuyanlar üzerinde büyük bir etki bırakan ‘Sofi’nin Dünyası’ adlı roman oldukça revaçtaydı. Romanda Sofi, posta kutusunda “Kimsin?” sorusu yazılı bir not bulur. Bu sorudan hareketle felsefe tarihinin sorulmuş bütün soruları ve cevapları roman kurgusu içinde çok güzel dille anlatılır.

Çeyreklikten yarım sosyologluğa adım atmak üzereydim (hep çeyrek sosyolog kalacağım, okulu bitirsem de). Ali (şu bizim Aliço, oğlum), arkadaşları, velileri ve hocalarıyla beraber futbol maçı oynamak için Silivri’ye gidiyorduk. Yanıma, 20’li yaşların ortasını geçmiş, ilerleyen sohbetten anladığım kadarıyla dört yıllık fakülte mezunu, çalıştığı İstanbul merkezli şirketin Silivri’deki eğitim toplantısına giden, geleceğe dair umutlarını içinde hep canlı tutmuş genç bir kadın oturdu.

Gideceği adresi sordu, tarif ettim. Daha çok, küçük genç bir kız görünümündeydi. “Öğrenci misin?” diye sordum. Yukarıda hakkında kısaca anlattıklarımı anlattı. Ayrıca ikinci üniversite hakkından faydalanıp dört yıllık bir bölüm daha okumak istiyormuş. Henüz bölüme karar verememiş.

Benim de ikinci üniversite hakkından faydalanıp “sosyoloji” okumaya başladığımı, bölümü çok sevdiğimi ve eski bir Marksist olarak bölümün bana çok şey katacağını filan anlatıp ona da bu bölümü tercih etmesini önerdim.

Beklemediğim şekilde “Hegel ile aranız nasıl?” sorusunu yöneltti. Algısı iyiydi Marx ve Hegel arasındaki diyalektik ilişkinin farkındaydı. Yalnız Marksistlerin Hegel’e düşman olduğunu zannediyordu.

Yok,” dedim, “Hegel ile aramız gayet iyi. Her şeyden önce düşman değiliz. Birbirimizin düşüncelerinden faydalanır, bize doğru gelmeyen düşünceleri de acımasızca eleştiririz. Hegel’in, Marx’ın ‘Diyalektik ve Tarihi Materyalizm’ öğretisine ulaşmasında aslında emeği çoktur” diye devam ettim. Sonra da Marx’ın, Hegel’in baş aşağı duran diyalektiğini idealizmden kurtararak ayakları üstüne kaldırıp nasıl ‘Diyalektik Materyalizm’ sentezine vardığını kendi kitaplarında anlattığından söz ettim.

O aralar yayına hazırlanma aşamasında olan bir kitabında Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Hegel üzerine şöyle bir not düştüğünü, olduğu gibi aktararak bitirdik sohbetimizi: “Hegel’in hakkından gelmek: Onun söylediklerini, demek istediklerini çevirmekle olur. Ancak o zaman Hegel’in üstünden atlamamış oluruz. Hegel’in üstünden atlarsak ne olur? Marksizm’in kaynağını anlamamış oluruz.

Yolculuğumuz bitiyordu. Bir anda bu sohbet beni çok eskiye götürdü. Üniversitede, karşılıklı etkileşim halinde olduğumuz çok insan vardı. Bunlardan birisi de sevgili arkadaşım Figen Yiğit’in, o zamanlar Ziraat Fakültesinde (Çukurova Üniversitesi) okuyan ve arkadaşlarıyla bizim fakülteye (İİBF) gelip sohbetlerimize katılan, kardeşi Reyhan’dı. Benim ve arkadaşlarımın Marksizm’le tanışmasındaki etkimizden her zaman bahseder. Sonraları sosyal bilimler okumaya karar vermiş ve sosyoloji bölümünü bitirerek eğitim ordusunun eğitimde fırsat eşitliğine inanan çağdaş, demokrat, ilerici öğretmenlerinden biri olmuş. Sosyal medyadaki paylaşımlarından ve Son Baskı’daki yazılarından edindiğim izlenime göre, dünya ve ülke sorunlarına bakışındaki duyarlı yaklaşımı diyalektik bütünlük içinde öğretici dokunuşlar taşıyor. Son yazımdan sonra yaptığı güzel yorumdan dolayı telefonda konuştuk. Yeni bir yazı hazırladığımı, tabii ki bunların teorik yazılar olmadığını, yaşanmışlıklar üzerinden bilebildiklerimizi aktarma çabasından öte bir şey olmadığını, dolayısıyla kendisinden de bahsedeceğimi söyledim. “Tabii ki,” dedi, “memnun olurum”… “Ayrıca teorik yazılar yazmayabilirsin; ama sen anlattıklarınla gençliğimizde bizlerin yaşamına dokundun” dedi. Hiçbir şey yapamadıysak bile insanların yaşamına dokunmuş olmak güzel bir duyguymuş, teşekkürler Reyhan.

Benim gibi hep çeyrek sosyolog kalacak birinin, Reyhan’ın son zamanlara kadar bilmediğim sosyolog kimliğiyle ve başka sosyologlarla da tanışmak gerçekten heyecan verici oldu. İŞKUR kayıtlısı bir işsiz olduğumdan, bana iş bulmaları için gittiğim kurumdaki danışmanımın da genç sosyolog bir kadın olduğunu öğrendim. İşsizliği ve iş bulmayı unutup işsizliğin sosyolojisi de (böyle bir alan yoksa da) dâhil birçok konu üzerine uzun, güzel ve keyifli sohbetimiz oldu. Durun, hemen paniklemeyin, anlatacak değilim. Konudan sapıp ana akım görsel medya dizileri gibi lastik misali çok uzattığımın farkındayım.

Karanlığın kara bir bulut gibi üzerimize çöktüğü şu günlerde; aydınlık yarınlar adına, eşitlik, özgürlük ve demokratik bir cumhuriyet adına her zamankinden daha çok birbirimizin hayatına, yoksulların, ezilenlerin, ötekileştirilmişlerin hayatlarına dokunmak, “Uyanmak için uyarmalı, uyarmak için uyanmalı” şiarı ile hareket etmek zorundayız.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar