FELSEFE POLİTİKA 

RADİKAL KÖTÜLÜK

Egemenlik ve tahakküm ile organize kötülük eş zamanlı olarak mı ortaya çıkmıştır? Kötülüğün yayılışını ve sıradanlaşmasını tanrısal bir mesele olarak görenler ile tanrıyı insan ürünü olarak görenlerin konuya bakışları sürekli çatışma halinde olmuştur. Kötülüğü insani bakış açısının kazaya uğramış hali olarak görmek iyimserlik midir yoksa safdillik mi? Doğada her şeyin kendi içerisinde bir düzeni vardır, o nedenle kötülüğe rastlayamazsınız. Geyiği yakalayan aslana duyulan öfke, doğanın kanunlarına yabancılaşmadandır. Oysa aslanın bunu yaşamak için yaptığını bilmeyen yoktur. Buna kötülük denemez. Asıl üzerinde düşünülmesi gereken, canlıyı kendi benliğinden, vicdanından, düşüncelerinden uzaklaştırarak doğal formunun dışına çıkaran/iten şeydir.

Güçsüz, etkisiz, tepkisiz bireyler toplumsal refleksi azaltarak kötünün/kötülüğün araçsalı haline dönüşebilir mi? Siyaset bilimcisi Hannah Arendt (1906-1975), kötülüğün sıradanlığı üzerine kafa yorarken, Nazilerin işlediği suçların geleneksel kötülükten farklı olduğu ve insani sebeplerle açıklanamayacağı sonucuna varır. Bu yeni suç türüne “radikal kötülük” ismini verir. Arendt, Nazi eski subayı Adolf Eichmann’ın işlediği savaş suçları nedeniyle Kudüs’teki yargılanma sürecine gözlemci sıfatıyla katılmış ve gözlemlerinden hareketle “kötülüğün sıradanlığı” kavramını ileri sürmüştür. Arendt’e göre kötülüğün kaynağı “düşünce yoksunluğu”dur ve totalitarizmin asıl amacı ise baskı kurmak değil, insanın ahlaki, vicdani ve düşünsel olarak yok edilmesidir. Nazizm’in, aşamalı imha planını uygulamaya koymadan önce propagandasını bireylerin aşağılanması ve ötekileştirilmesi üzerine kurduğunu, Yahudilere karşı soykırımın sosyolojik zeminini hazırladığını vurgular. Birey hak ve özgürlüklerden yoksun bırakılarak tüzel kişiliklerin yok edilmesi amaçlanmıştır. Tüzel kişilikler yok edildiğinde kötülüklere karşı doğabilecek tepkilerin de önü kesilmiş olur. Son aşama ise toplama kamplarındaki bireylerin ahlak dışı ve vicdansızca seçimlere zorlanması aşamasıdır. Serbest bırakma vaadiyle başkalarının ölümüne yardım etmesi istenen insanlardan tutun da anneyi çocuklarından birisinin onu öldürmesi için seçime zorlamasına kadar giden insanlık dışı hiçleştirme süreçlerine tanık olunmuştur. Kapitalist/emperyalist çark da, “üreten birey”i hiçleştirerek totalitarizmin ekmeğine yağ sürer. Sistemin yaşama şansı buna bağlıdır. Kötülüğü sıradanlaştıran şey onun karşı konulamaz karakteri değildir, karşısındaki insanın hiçleştirilmiş ve karakterden yoksun bırakılmış halidir.

1971 yılında sosyal psikolog Philip Zimbardo, insanların sosyal rollere nasıl tepki verdiğine dair bir deney düzenler (Denekler 24 kişiden oluşan bir grup erkek üniversite öğrencisiydi). Stanford Üniversitesi’nin bodrum katında bir hapishane simüle edilir. Deneyin 6’ncı gününde sosyal ilişkilerin gerçekliğinden ötürü mahkûmlar ile gardiyanlar arasındaki ilişki o kadar sadist ve vahşi bir hale gelir ki Zimbardo, bitmeden deneyi sona erdirmek zorunda kalır. Aslında böyle bir ortamın simülasyonu tanrısal cüret ya da kötülüğün sıradanlığına zemin hazırlamak anlamına gelebilir mi? Kötülük eyleminin sıradanlığı içinde toplama kamplarındaki görevlilerin fırsat buldukça çocuklara yiyecek dağıtmasını; kimilerini ölümden kurtarmasını; gaz odasına öldürülecek yeni doğurmuş bir anneye çikolata yollanmasını, ölüm odalarının kapıları açıldığında en altta çocukların, üstlerinde kadınların, en üstte ise erkeklerin olmasını dönemin Alman halkı olağanüstü bir normallikle karşılamıştır. Buna “kötülüğün vicdan dışı altyapısını hazırlamak” da diyebilirsiniz. Hannah Arendt, kötülüğün tanrısının, tanrı görünümlü(!) insan olduğunu ve eylemci haline dönüşen zalimle mazlumun kuklalaştırıldığını iddia eder. Kudüs’te yargılanan Nazi subayı Eichmann, tüm eylemleri yukarının emriyle yaptığını iddia eder.  Savunmasını bu temel üzerinde şekillendirir. Oysa Eichmann suçtan kendisini sıyırmaya çalışırken suçun tam ortasında yer aldığının da farkındadır. Canice işlenmiş Nazi cinayetlerinin “savunma tutanakları” incelendiğinde, Eichmann’ın normal zamanda Yahudilerle arkadaş olduğunu, ortak çalışmalar yürüttüğünü söylemesi ve ardından da tam bir vatansever olduğunu iddia etmesi insanın kanını dondurur. Bir işkencecinin işkence yaptıktan sonra mesai saati bitiminde evine giderek çocuğunun başını okşaması, iyi bir aile babası profili çizmesi sıradan insanın kötülüğü müdür? Yoksa kötülüğün sıradanlığı mı? Kişinin emir eri olması eylemin kötülüğünü haklı çıkarabilir mi? Birey kişi ya da grupların kötülüğüne maruz kaldığında doğal olarak devlete sığınır, ya devlettin kötülüğüne uğrarsa nereye sığınacaktır? Kötülük, zalimin mazluma sığınacak yer bırakmamasıdır.

Kötülük sadece faşizm özelinde değil, komünizmde de tartışma konusu olmuştur. Rusya’da iktidara gelen işçi sınıfı mensupları, kimi yerde iktidar da olmayan işçi sınıfı mensupları üzerine kurduğu tahakküm ile kızıl faşizm suçlamalarına maruz kalmıştır. Özellikle Stalin’in şiddet içeren uygulamaları Nazilerin uygulamalarına benzetilmiştir. Lenin dahi Stalin için “kaba saba Gürcü milliyetçisi” diyebilmiştir. Sovyet Rusya analiz edilirken, Bolşevizm’de en baştan beri otoriterliğin var olduğu kabul edilmektedir. Zira kapitalist olan dünyada sosyalist bir düzen kurmak devrimi kaçınılmaz kılmaz mı? Anarşizmin kurucu ideoloğu Mihail Bakunin, sosyalist devlet düzeni ile ilgili eleştirisinde onun “kapitalist devlet düzenini reddeden ancak başkaca bir baskıcı devlet düzeni öneren” çelişkili yanına vurgu yapar.

Müslüman toplumlarda fundamentalizmin “köktendincilik” olarak değil, “kötüden dincilik” olarak okunması gerekir. Müslümanları kurtarmak için Müslüman öldürmenin caiz olduğunu düşünebilmek ancak ve ancak kötünün kafasından geçebilir. Kötülüğün arka planının ve altyapısının üretim ilişkilerine bağlı olarak yaşama alanının genişlemesi de tıpkı Nazi Almanya’sındaki gibi okunmalıdır. “Devletsiz halk olmaz” anlayışı, halksız devlet kurmaya çalışan organize kötülüğün temsilcilerinin yalanıdır. Kötülüğün yaptığı kötülüğü yaratandan ötürü legal saymak başkaca bir kötülüğün kapısını aralamaktır.

Sosyalist kuramcı ve siyasetçi Antonio Gramsci’nin faşizme zemin hazırlayan tarihsel süreç çözümlemesinde de belirttiği gibi; ülke zengininin ve toprak ağasının bu ideolojide en fazla palazlanan olduğu gerçeği işin sağlamasını yapmak açısından en kısa yoldur. Gramsci, faşizmin iktidara gelmesinde ve sonrasında toplumsal tabanda destek bulmasında “küçük burjuva”nın önemine vurgu yapar. Küçük burjuvanın toplumsal tabanda rolünün artması yozlaşmaya yol açar. Küçük burjuvalar iktidardan umduğunu bulamadığında ise, yönelimini değiştirerek sokağı yozlaştırma eğilimine girer. Şiddetin ve şiddeti uygulayan kötünün kalkanı haline dönüşür.

Kötülüğün sanatsal anlatımın en bilindik örneklerinden birisi dünyaca ünlü ressam Pablo Picasso’nun ‘Guernica’ adlı eseridir. Eser, 1937’de çizilmiştir ve aynı yıl İspanya’nın Guernica şehrinin bombalamasını anlatır. 7,76 metre eninde ve 3,49 metre yüksekliğinde hem anıtsal hem sanatsal özelliğiyle ön plana çıkan bir eserdir. Picasso, 1600’e yakın kişinin hayatını kaybettiği bu olayı siyah-beyaz yağlı boya olarak tuval üzerine aktarırken, kötünün ve kötülüğün sembolü olan faşizmin insandaki şoke edici etkisini resmeder. Çekilen acılar üzerinden kötülüğün karakterini ortaya koyar.

Devletlerin ortaya çıkışı eş zamanlı olarak organize ve radikal kötülükleri ortaya çıkarmıştır. Bu anlamda masum devlet yoktur, masum olduğuna inandırmaya çalışan devlet vardır. Ve tüm devletler masumiyetlerini derinlikleriyle değil; derinlerde bir yerlerde başka bir devlet olduğunu iddia ederek kaybeder. Devlet yapıları “kötünün de kötüsünün” tipik örnekleridir. Bu yapıların içerisinde kötülükler, radikal ve organize olarak büyümeye devam eder. Kötülükten uzak en masum devlet yapısı ise, hiç kuşku yoktur ki “devletsiz/sınıfsız/sınırsız toplum” yapısıdır.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar