ÖYKÜ 

FERİDUN’UN KAYGILARI VE KIRMIZI OJE

Her şey güzel olacaktı. Birbirini seven iki insan birlikte üretecek, paylaşacak, sevinecek ve acılara beraber göğüs gereceklerdi. Yağmurlu bir sabah aynı pencereden uzaktaki uzun boylu servi ağaçlarına bakarken Feridun elini Göksel’in omzuna götürmüş, bu hayatın onsuz bir anlamı olamayacağını o anda anlamış, toprak kokusunu duyumsarlarken geciktiğini düşündüğü sözler etmişti Göksel’e. “Seni seviyorum.” Uzun ve ateşli bir sevişmenin tesirindeyken Göksel’i sevmek, Göksel’i yanında ve yakınında hissetmeyi istemek Feridun için çok anlamlı ve kolaydı. “Benimle evlenir misin?” Servi ağaçlarının yapraklarından yağmur damlaları düşüyor, sokaklardaki çukurlar çamurlu sularla doluyor, köpekler sığınacak bir çatı altı arıyorlardı. Kıvırcık, siyah saçları alnına, yüzüne düşen Göksel uyku sersemliği ile Feridun’un söyledikleri karşısında şaşırmış, birkaç adım Feridun’dan uzaklaşmış; yanakları kızarmış, siyah beni kırmızılıkta kaybolmuştu. Evlilik teklifi, böyle bir şey miydi? Kapadokya’da balonun içinde bulutların arasında uzaklara bakarken veya lüks bir restoranda kırmızı güllerin süslediği bir masada beyaz şarap içerken uzatılan bir pırlanta yüzükle gerçekleştirilen bir şey değil miydi evlilik teklifi? Üzerinde pijamalarla evlilik teklifi etmek ya sevgiyi ya da Göksel’i alaya almak gibi bir şeydi Göksel’in gözünde, yine de Feridun’a olan aşkı ve tutkusu nedeniyle belki de yağmurun özgür bıraktığı ruh haliyle kendinden geçmişçesine “Evet” dedi Göksel.

Her şey güzel olacaktı. Beyaz boyalı bir evde, ünlü markalardan alınmış son moda mobilyalar ve lüks ev eşyaları ile hayallerini yaşayacak, Göksel geç yaşına rağmen içindeki çocuk sevgisini sonunda tadabilecekti. Belki de sadece bu yüzden evlenecekti Feridun’la. Toplum tarafından onaylanmış bir evlilik, huyu suyu güzel bir koca ve çocuk… Yağmurdan sonraki toprak kokusundan çok uzakta sıcak bir şehirde güneşin kavurduğu bir öğleden sonra evlilik denen kurumun içinde ikisi de filtre kahvelerini içiyor, Göksel ünlü magazin dergilerine göz atarken bir yandan da iki sokak altta oturan biricik arkadaşı Özlem ile arkadaşları Figen’in mutsuz evlilikleri hakkında ahkâm kesiyor, bir yandan da ayak parmaklarına kırmızı oje sürüyordu. “Onun öyle olacağı belliydi, anacım. Çok düştü adamın üstüne. Figen, Hakan ile evlendiğine şükredeceğine adamı bir de terbiye etmeye kalktı. Otursun, düşünsün şimdi.” Kadınlar ne de acımasızdı Feridun’un gözünde, hemcinslerini nasıl da iki dakikada alaşağı ediyorlardı. Neler söylüyordu Göksel? Feridun içeriye dolan sıcak rüzgârın mavi renkte açan ortancaları güçlü bir şekilde sarstığını görüp yazı odasına geçti. Yazacak çok şey vardı. Anı, günlük, roman… Ne yazdığını kendisinin de bilmediği bir kitap… Yazı odasına girip kahverengi deri koltuğuna oturduğunda gözü masadaki çocukluk fotoğrafına ilişti. Derin düşüncelere dalıp bir an odaya niçin geldiğini unuttu Feridun. O sırada sokakların gürültüsü içeriye doldu. Korna çığlıkları ve tekbir sesleri birbirine karışıyordu. Sesler ona ülke genelinde İsrail’in protesto edildiğini hatırlattı.

Gazeteler, televizyon kanalları, dergiler hepsi dünyanın içinde bulunduğu hengâmeden bahsediyor; savaşın, doğal afetlerin, terörün yok ettiği ailelerin, insanların parçalanmış, yok edilmiş hayatlarına diğer mutlu insanların –en azından evinde oturanlar– dikkatini çekmek istiyorlardı. Üzerimdeki beyaz keten pijamadan, rüzgârda efil efil dalgalanan ipek gömlekten nefret ettim. Yediğim yemek boğazıma diziliyor, içtiğim bir bardak su zehirden beter. Bireysel mutluluklara inanmıyorum. Postane önlerinde yardım parası için bekleyen insanları gördükçe insanlığımdan, dolu buzdolabımdan utanıyorum. Filistin’de çocukların anneleri ölüp öksüz kalırlarken ben uyuyamıyorum. Doğu Türkistan, Yemen, Afganistan, Afrika ülkeleri… Yaşamaya yaşıyorum ama aklımdan çıkmıyor mutsuzluklar, yalnızlıklar.

Telefonu sessize almayı unutmuş olacak ki telefonun sesiyle irkildi. Arayan annesiydi. Günlük konuşmalar, hal hatır sormalardan sonra Feridun konuyu Göksel’e çevirdi. Annesine anlatmalıydı olanı biteni, gerçi daha evleneli bir ay olmamıştı ama vicdanı ve Göksel’in isteği arasında gidip geliyor, kafası karışıyor, agresifleşiyor ve evlilikten soğuyordu. Abarttığını düşündüğü için Göksel’e haksızlık edip etmediği konusunda annesinden fikir almak istiyordu Feridun.

Anne, Göksel çocuk istiyor.

Harika bir haber bu.

Ben öyle düşünmüyorum ama, anne.

Oğlum, olur mu öyle şey? Soyadımız sürecek sayende. Baban nasıl da mutlu olacak. Düşünsene, yakışıklı, siyah saçlı, siyah gözlü, sana benzeyen minicik bir erkek bebeği. Adını artık dedenin ismini koyarsınız.

Anne, bir dakika sevincine ara verip beni dinler misin? Mevzu çocuk dünyaya getirmek değil. Mevzu bu içinde yaşadığımız acımasız, vahşi dünyaya çocuk getirmek. Bu ne kadar sağlıklı bir karar olur, bilmiyorum. Göksel’e Filistin’den, Yemen’den bir çocuk evlat edinip onun hayatını kurtarmak istediğimi söyleyeceğim. Göksel’i üzer miyim?

Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu acaba? Vallahi evine adım atmam. Göksel’e de bir şey söyleme. Rezil etme bizi dünürlere. Millete ne deriz? Dünyanın da nereye gittiği ve nasıl bir yer olduğu konusunu da kapat. Allah herkesin rızkını verir.

Bu konuda bana destek olacağını düşündüğüm insan annem de beni şaşırtmış ve bu konuda yalnız kalmıştım. Haksız mıyım? Bunca acı varken bu güvensiz ortama yeni bir kurban getirmek değil mi çocuk yapmak? Bir insanın elinden tutmak varken neden? Sevmek her haliyle güzel değil mi? Konuyu Göksel’e açmalı mıyım? Ya beni anlamaz ve tepki gösterirse… Anlamazsa da anlamasın.

Korna sesleri uzaklaştığında bir an zamandan ve mekândan bağlantısının koptuğunu fark etti. Yine adamakıllı bir şey yazamadan yazı odasından ayrılmıştı Feridun. Hiçbir zaman ünlü bir yazar olamayacağını biliyordu. Yazmaktan inatla vazgeçmemesini kendisi de bazen komik bulmakla beraber bu durumuna da üzülüyordu. Rahat bir zihinle yazmak varken evlenmiş, şimdi de geleceğe bir çocuk veya kendi tabiriyle bir kurban getirip getirmemek konusunda kendi içinde bir savaş veriyordu. Salona döndüğünde rüzgâr hâlâ esiyor, kafesteki kuş çırpınıyor, ocaktaki çay kaynıyordu. Göksel’in ve Özlem’in konuşması hâlâ bitmemiş, Figen’in boşanırsa çocuklarının velayetinin Hakan’a bırakılmasının muhakemesini yapıyorlardı. “Anacım, Figen’in neyine iki çocukla ortada kalmak. Tabii ki boşanırsa çocukları Hakan alacak. Aç kalır, ‘Kız, vallahi bak Göksel dedi’ de. Gerçi Hakan’ın elinde de ziyan zebil olur çocuklar. Aman bize ne? Ben mutlu muyum ona bakarım.

Feridun, Göksel’in yanına oturdu sessizce. Telefonu kapatıp, kocasıyla ilgileneceğini ima eden bir bakış attı Göksel. Şimdi de el tırnaklarını boyuyordu. Telefonu kapatıp kocasına gülümserken Feridun aklındakini Göksel’e açmaya yeltendi.

Göksel, Figen’e karşı çok acımasız değil misin?” Figen sadece bir araçtı konuya girmek için, yoksa Figen filan umurunda değildi Feridun’un. “Şey diyorum. Çocuk sahibi olmak istediğini söylüyorsun ya.” “Feridun, ne diyorsun, Figen’le çocuğun ne ilgisi var?” Kırmızı ojeler Göksel’i daha da öteki kılmıştı ve daha uzak. Dört parmak daha vardı boyanacak olan. “Biz evlat edinelim diyorum.” Göksel, konuyu değiştirmek ve üstünde durmak istemediğini belli edercesine ojelerini sürmeye devam etti. “Bu dünyaya çocuk getirmek bir kurban yaratmaktan başka bir şey değil. Görmüyor musun insanların halini?” Göksel, insanların bu hale gelmesinin nedeni kendisiymiş gibi öfkeli sözler sarf eden Feridun’a uzun uzun baktı ve cevap vermedi. Göksel, hızlıca ayağa kalkarken ojeyi fark edemedi ve oje Feridun’un beyaz keten pantolonuna ve beyaz ipek gömleğine döküldü. “Feridun, bir daha bu konuyu açma ve bana bir kırmızı oje al” diyerek balkona çıktı Göksel.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar