TOPLUM 

ÇATIŞIMLAR

Dünyayı anlamlandırmak için, aklımızın ve gücümüzün yetmediği mevzuları salt kendimiz için açıklamak niyetiyle yalanlar üretiriz. Bu konuda her şeyi bir yalan ile başlattık demek de yanlış olmayacaktır. Kendimize söylediğimiz yalanların çeşidi matematiksel sınırlarla eşdeğer dahi olabilir. Fakat bunların bir tanesi vardır ki belki ilk yalan ve hâlâ süren yalan özelliğini devam ettirmektedir. Her insan, belki bir sayfa kitaba dahi elleri değmemiş biri bile, biz neyiz, neden varız, nasıl varız, bu dünya nedir sorularını sormuştur. İşte, henüz ilkel olduğumuz dönemde (hâlâ öyleyiz de diyenler olabilir) bu soruları açıklayacak deneyimlere ve bilgiye sahip olmayan insan, kendisi için sağaltıcı oral metinler yarattı. Bu yaratım da, tabii olarak yüz yüze ve her ne kadar kendisini öne çıkarsa da, bir parçası olduğu doğanın birer alegorisidir. Doğadaki olaylar ile karşılaşan insan, dehşete kapılarak anlamlandırma çabasına girişip yetersiz kaldığı anda yalana yahut bunu yalan olarak adlandırmayı kötü görenler için hikâyeye başvurdu diyebiliriz. Şimdi sizi biraz tahayyüle çağırıyorum. Düşünün, yağmur yağdı yahut deprem oldu ve siz bunu açıklayacak, anlayacak herhangi bir bilgiye sahip değilsiniz. İlk işiniz tahmin olurdu, değil mi? Bu tahmin de ilk olarak kendiniz üzere olurdu zira eylemleriniz sizinle sınırlıdır. Bu bağlamda bunu da bir şey yapmıştır mantığına sarılırsınız. Fakat bu kadar kuvvetli bir şeyi yapan elbette sizden üstün ve sizden kuvvetlidir. Çoğu insan kendinden üstün, kendinden daha kuvvetli bir şeyin ihtiyacı itkisine sahiptir. Bir çocuğun baba figürüne yaklaşımına doğrudan benzetilebilir. İşte, bu oral metinlerin yolculuğu da böyledir. Esasen ihtiyacın yarattığı, kendine söylenmiş yalanlar bütünüdür. Bu oral metinler de pek tabii ilk ortaya çıktığı gibi kalmazlar, senkretik bir yapı gösterirler. Bunun sebebi de anlatıcıların pek çok kez buna eklemeler, eksiltmeler ve değişimler yapmasıdır. Yazıdan evvel biçimlenme sürecini sürekli bir değişimle geçiren bu tarz metinler coğrafi sınırlara da riayet göstermezler. Esasen yazı bu oral metinleri de kalıplaştırmış, sabitlemiştir. (1) İşte, bu süreçten evvel Sümer’den başlayıp İslamiyet ile kalıplaşan bir oral metin geleneği vardır. Bunun en kuvvetli delili Sümer tabletlerinde anlatılan tufan hikâyesidir. Bunun da ötesinde, İsa’ya perdelerin ardından bakıldığında onun bir Tammuz, bir Horus, bir Dynizos ve hatta bir Mitra olduğu anlaşılacaktır. (2) Kuşkusuz zihinsel açıdan cevabı verilemeyen soruların, kimi zihinlerde neden olduğu karmaşayı çözmekte faydaları olan bu dinsel inancın yolculuğu kabaca budur.

Sözlü halden yazılı hale geçen din, belki de sözlü olduğu halden daha çok tehlike arz etmektedir. Sözlü halde iken değişen günün koşullarına göre anlatıcı/saklayıcı tarafından güne adapte edilen bu olgu, artık kati bir hal aldığından tavır değişikliği göstermez. Bu durumda inanç zorunluluğu gereği, gün ona göre tavır almalıdır. Fakat gün sürekli değiştiğinden inancın sabit yapısı günün gerisinde kalmaktadır. Bu inancı taşıyan insan ya günün koşullarında inanç prensiplerini göz ardı ederek günü yaşamak durumunda kalacak yahut inanç prensiplerini güne uydurma zorlamasına girerek günü kaçıracaktır. İnancın kati prensipleri içinde yaşanılan zaman ile çatıştığında İslam coğrafyasının genel eğilimi, prensibi güne dayatma çabasıdır. Bu da günü doğal olarak kaçırmayı doğurmaktadır. Bugün pandemi sürecinde aşı çalışmalarında bir Müslüman ülke adı duyan olmamıştır herhalde. Almanya’da aşı bulan Türk çiftten bahsetmek isteyenlere de şunu söylemek zarurettir. Aşıyı bulan Müslüman zihinsel yapısı değil, Alman zihinsel yapısı ve sistemidir. Virüs sürekli evrim geçirirken Müslüman coğrafyası evrim teorisini yalanlamak için kendini paralamaktadır. Esasen kimse de bunu bir dini inanç olarak almayı önermemişken. Hiçbir bilimsel teoriye inanmamaya saygı duyulabilir; fakat buna sırt çevirmek yaşama sırt çevirmektir. İşte, temel sorun da burada doğuyor. Müslüman ülkelerin kalıplaşmış düşünceleri vardır. Batı dünyasının ise geçirdiği bir zihinsel yeniden yaratım sonucu (Rönesans, aydınlanma vb.) teorileri vardır. İslam belki de hâlâ genç olduğundan yahut Batı dünyasına benzer koşulların oluşmamasından bunu yaşayamadı. Bundandır ki Batı dünyası çatışım durumunda günü düşünürken, İslam dünyası inanç prensiplerine sarılmaktadır.

Bugün Müslüman ülkelerin ortak bir nefret beslediği belki de tek ülke İsrail’dir. Ortak bir eylemden bahsetmiyorum, yalnızca ortak bir nefret söz konusudur. Müslümanların birleşebildiği yegâne şey de belki budur. Ortak bir nefret söz konusu iken İsrail ile de benzer bir gelişmişliğe sahip değillerdir. Bu konuda kasıt parasal değil, zira Müslüman ülkelerin petrol zengini olduğu malumdur. Gelişmişlik farkı teknoloji ve çağı yakalama açısından mevcuttur. “İstanbul’da bir yılda yazılanlar Paris’te bir günde yazılanlardan daha azdır(3) diyen Voltaire’in bu sözünü şöyle değiştirmek hâsıl oldu: Müslüman ülkelerde bir yılda yapılan bilimsel ve teknolojik çalışmalar İsrail’in bir günde yaptığı bilimsel ve teknolojik çalışmalardan az değilse de denktir.

Bahse İsrail’in konu olmasının sebebi bugünlerde İsrail’in Mecid-i Aksa’da yaptıklarıdır. Elbette yapılanlar bir insanlık suçudur. Yıllarca dövülmüş bir çocuğun büyüdüğünde gösterdiği şiddet eğiliminin bir yansımasıdır. Hastalanmış bir topluluk durumunda görünmektedir. Onlar da kendileri için ürettikleri vaat edilmiş toprak yalanına sarılmışlardır; ancak günün koşullarına göre de yaşamayı elden bırakmamaktadırlar. Bizim de ifade etmek istediğimiz, siz de inanmak isterseniz inanın amenna ama sürekli değişen bir dünyanın koşullarını arkanızda bırakamazsınız. Aksi halde sosyal medyada Selahaddin Eyyubi’yi beklersiniz, ümmetin birleşmesini beklersiniz. Ancak sonuç gene Arap-İsrail savaşının sonucu ile aynı olur. Hem Müslümanlar ne vakit birleşmiş bu da ayrı konu. I. Harp’te Müslüman’ın Müslüman’a ettiğini bilmeyen yoktur. (4)

Daha önce ifade ettiğimiz zihni aydınlanmayı Atatürk ile görece başaran, halkı Müslüman tek ülke olan Türkiye de artık ne yazık ki bu görüntüsünden uzaklaşmaya başlamıştır. Evvelden de halk olarak inanç prensiplerini güne dayatsak dahi, bu meşru bir zemin kazanmazdı; ancak artık bilimsel ve teknolojik ve hatta modern yaşamın gerektirdikleri meşru görülmez olmuştur. Bu hastalığa tekrar düşmemiz, geçmişe olan suni tutkumuz apaçık meydandadır.

Son söz olarak… Filistin halkına yardım etmek isterseniz evvela sizin İsrail’den daha gelişmiş olmanız gereği vardır. Aksi halde daha çok Selahaddin Eyyubiler bekler İslam coğrafyası.

________________________________

(1) Bu konuda Walter J. Ong’un ‘Sözlü ve Yazılı Kültür’ kitabına bakmak faydalı olacaktır.

(2) Bu konuda Alev Alatlı’nın ‘Batı’ya Yön Veren Metinler’ kitabına bakmak faydalı olacaktır.

(3) Voltaire, ‘Türkler-Müslümanlar ve Ötekiler’, Çev. Egenur Ay, Zefros Kitap, İstanbul, 2015.

(4) Bu konuda Falih Rıfkı Atay’ın ‘Zeytindağı’ adlı kitabı geniş bilgiler içermektedir.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar