JEAN-PAUL SARTRE, ‘VAROLUŞÇULUK’ VE ‘BEN’İN GELECEĞİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME
-İZMİR-
“Cehennem diğer insanlardır.” – Jean-Paul Sartre
İnsanı diğer canlı türlerinden ayıran en önemli özellik; onun, sadece hayatta kalmaya çalışan ve türünü devam ettiren salt bir doğal varlık olmayıp “içinde yaşadığı dünyayı veya çevresini anlamlı kılmaya ve açıklamaya kalkışmasıdır”. Bu yönüyle uyumsuzdur. Doğaya uygun olmayan, belki de tek canlı türüdür. Aklı onu zor durumda bırakmaktadır. Aklın kullanımı cesaretini, gücünü ve ihtiyacını şekillendirmekte ve bunu ihtiyaç şeklinde kurumsal bir kalıba sokarak modernitenin esiri yapmaktadır.
Bu yazımda, Jean-Paul Sartre gibi bir düşünür, devrimci ve aydınlanmacı “ikon”u yazma cesaretine gireceğim. Birçok kaynak taradım, sürekli okumalar yaptım. Bugün elli yaşına ip bağlamış biri olarak belki de yirmili yaşlarımdan bugüne kadar anlamaya çabaladığım bir düşünce ekolünü “L’existenlialisme”yi, yani “Varoluçuluk”u anlatmaya, daha doğru bir ifade ile “aktarmaya” çalışacağım. “Aktarmaya” diyorum; çünkü birçok kaynaktan alıntıladığım bir seçki gibi görmeniz beni pekâlâ çok daha mutlu hissettirecektir. Bir yazın insanın en büyük iltifatı belki de anlaşılmak değil, kendi alanının bir başkasına “O”nun algısıyla aktarmaktır. Bir bakıma “Ben”in diğerindeki ”Ben” arayışıdır.
Bu yazıda, kesin tanımlardan, sivri uçlu kelimelerden, muğlak tanımlara boğulmuş felsefi algoritmalardan çekineceğim. Becerebilirsem, okuyucunun anlaşılmazın yüceliğine ulaşamamanın verdiği o kapkın yalnızlığa terk etmeyeceğim. Buna burada, arınmış fikirlerin taze kokuları üzerine söz vermeyeyim. İşten yapmadığım bir şeyin içten olmasını beklerim. Bazen anlatmaya çabaladığımız şeylerin bir belirsizlik çukuru ve orada faili meçhul cinayetler yaratmak için değil; “Biz de anlamamışız belki”, “Okuyan kendi dünya görüşü üzerinden çıkarım yapsın”, “İdrakin özgürlüğüne saygı üzerinden olsun” çabasıyla yazılmaya çalışılmıştır. Peşin afla, kabul görmesi isteğiyle…
JEAN PAUL SARTRE’IN KISA YAŞAMÖYKÜSÜ
Einstein’ın “Özel Görelilik Kuramı”nın yayımlandığı ve Rusya’da başarısız devrim girişiminin olduğu yıl doğdu (D. 21 Haziran 1905, Paris – Ö. 15 Nisan 1980, Paris). Bir yıl sonra (1906) babasını kaybetti. Sartre bunu “Hayatımın en büyük olayı… Yaşasaydı üzerime düşecek ve beni susturacaktı” diye açıklar. Büyükbabası Schweitzer’in evine taşındılar. Büyükbaba, temiz ve modaya uygun giyinen bir adamdı. Eşya olarak gördüğü kadınlarla dolu evde sözleri yasa gibiydi ve karısına sürekli kötü davranırdı. Sartre onu “çalım satmak için daima bir sonraki fırsatı bekleyen, beyaz sakallı, yakışıklı bir adam” olarak hatırlar. Bazen büyükbabasıyla tanrı arasında büyük benzerlik bulunduğunu ve hatta onu tanrı gibi algıladığını hatırlar. Sartre annesiyle iyi ilişki kurdu hep. Hatta anneden çok abla-anneydi. Fakat 1917’de annesi, Joseph Mancy ile evlendi. Mösyö Mancy Delaunay-Belleville tersanelerinin yönetim kurulu başkanıydı. 1943 yılında önemli eserlerinden biri olan “Varlık ve Hiçlik”i yayımladı. 1946’da düşün ve yazın dergisi olan Les Temps Modernes’i çıkarmaya başladı. 1964’te değer görüldüğü Nobel Edebiyat Ödülü’nü, “Yazarlar, kurumlar kendilerini bir kalıba sokmasına izin vermemelidir” gerekçesiyle reddetti.
VAROLUŞÇULUK NEDİR?
Albert Camus’un dediği gibi, “negatif düşünceyi pozitif eylem olasılığı ile birleştirebilen bir felsefe”ye ihtiyaç duyuluyordu. Bu felsefeyi yaratan kişi Sartre olmuştur. İnsanın varlığı ile öteki nesnelerin varlığı arasındaki farkın incelenmesidir. İnsanoğlu, önce tanrı tarafından “özü” düşünülmüş, sonra bu öze göre yaratılmış değildir. İnsanoğlunun, kendinden önce gelen ve onu belirleyen bir özü yoktur. Yani öz, varoluştan önce gelmez, varoluş “öz”den önce gelir. İnsan yalnızca vardır; kendinden önceki bir modele, bir taslağa, bir öze göre ve belli bir amaç göz önünde tutularak yaratılmamıştır. İnsan, kendini “ne” yaparsa “o” olacaktır. Bu, tamamen o insana bağlıdır. Bir bakıma kendinin diğerlerine bakarak ve onlara karşı yaratımdır. Kendi için, kendinden hareketle ve başkasının tasarımına göre olmadan… Bir benlik durumunun evrende salt tüketim-mutluluk denklemi üzerine kurulmuş yalın bir sıradanlıktan uzaklaşma arzusu en ezici bilinç tahayyülüdür. Başka bir deyişle, varlık nereden gelmektedir? Sartre’a göre yaratım algılayışı açısından bakıldığından bu soru tek başına hem eksik hem de saçmadır. Bu sıralamanın bir düzleme oturtularak öncesizliğine soru sormamak tam bir saçmalıktır. Sonra bu sorun ancak bir kendisi-içinin sınırları içinde anlam taşımaktadır. Dolayısıyla bilincin müdahalesi olmaksızın, kendi şartları içinde “kendinde varlık” izah edilemeyecektir. Bunun yanında hiçliğin varlık karşısında ontolojik önceliği değil, varlığın hiçlik karşısında önceliği bulunmaktadır. Varlığın bu önceliği de varlığın kaynağının nereden geldiği sorusunu saçma hale getirmektedir. İkincisi, varlığın niçin var olduğu problemidir. “Niçin varlık vardır?” sorusunun cevabı metafizik ve ontolojik durumla ilgilidir. Onun için öncelikle metafizik ile ontoloji arasındaki bağ farklıdır. Bu anlamda, tarih sosyolojiye göre ne ise, metafizik de ontolojiye göre odur. Bu durumda cevaplandırılması gereken artık metafizik değil, ontolojidir. Varlık vardır, mevcuttur. Çünkü kendisi-için öyledir, zira bilinç bunu gerektirir. Fenomen vasfı, varlığa bilinç (kendisi-için) vasıtasıyla kazandırılır.
Dostoyevski, “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu” diye yazmıştır. İşte, bu söz, varoluşçuluğun çıkış noktasıdır. Varoluşçuluk, “bir-insancılık”tır. Varoluşa göre insan daha önce tanımlanamaz, belirlenemez; hiçbir şey değildir o zaman. Ancak sonradan bir şey olacaktır ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Kavrayacak, tasarlayacak ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. İnsan yalnızca kendini anladığı gibi değil, olmak istediği gibidir de. [1]
İnsan var olduktan sonra kendini kavramaya başlar, bu kavrayış bedensel bilincinde açtığı yeni bir yaratım kanalıyla öznel, yani kişinin kendi olma çabasının zorlamasıyla iç benlik şekillenmesi, oradan da bir oluş sürecine iter. Bu var olma kavrayışında dışsal etkiye, yani dış dünyanın dayatmalarına karşı konan açık veya gizli tavır kişinin kendini tanımlamasına ve toplumsal kimliğinin oluşmasına neden olur. Bunu Sartre, “insanın sorumluluğu” olarak tanımlar. “Ne var ki biz, insan sorumludur derken, yalnızca kendinden sorumludur demek istemiyoruz. Bütün insanlardan sorumludur demek istiyoruz.” İnsan bütün insanları seçerken kendini de seçer. “Bu öğreti insana olağanüstü bir sorumluluk yükler. İnsan, sadece kendi çabasıyla, adeta kendi saçını tutarak, hiçlikten kendini çıkartabilir ve sürekli olarak arz ettiği tehlikeden kaçabilir. Kendisinden, kendisine karşı sorumludur; başka hiç kimseye, özellikle de bir tanrıya karşı sorumlu değildir.” [2]
Sartre, tanrıtanımaz “varoluşçu” düşüncenin en büyük temsilcisi Martin Heidegger’den (1889-1976) etkilenmiştir. Sartre’a göre hakikat, öznelliğin yarattığı bir şeydir, sonuç olarak sadece bireyin özgürlüğüne bağlıdır, kolektif ve toplumsal eylemle dönüşür. “Her bilinç bir şeyin bilincidir.” Heidegger, insanoğlunun özünün, onun varoluşunda bulunduğunu ileri sürdü. Filozofa göre, var olanlar arasında yalnızca insan, kendi kendini sorguya çeker. İnsanoğlu “yırtılmış bir varlıktır”; dünyaya atılmıştır ve endişe içindedir. Bu endişe bize, varlığın iç özünü açar, gösterir. Kaygı, hiçliğin tehdidi altındaki insan varlığının güvenlikten yoksun durumda bulunuşudur. İnsanoğlu, kendini sürekli olarak yaratma, tasarı yapmak, kendinden taşmak (aşkın) ve sonra bu durumu egemenliği altına almak (içkin) çabası içindedir. Kişilik dışı, sıradan ve günlük yaşam, insana özvarlığını unutturur. [3]
Bir yazısında Sartre; “Bu sözcüğü kullananların çoğu, onu savunurken hayli güçlük çekiyorlardır şimdi. Çünkü bu sözcük moda oldu artık. Diyeceğimiz, ‘varoluşçuluk’ sözcüğü öylesine genişledi ki, artık hiçbir anlamı kalmadı desek yeridir. Oysa bu felsefe hiçbir şey getirmiyor onlara. Çünkü rezalete en az elverişli öğretidir. Hayli kuru ve sıkı bir öğreti. Daha çok uzmanlara ve filozoflara özgü bir öğreti… Bunu söylerken, varoluşçuluk düşüncesini kavrayıp kucaklamayı ve insanın kendisini bulmasını öğrettiler. Bu yanıyla çaba ister, emek ister. Herkese göre değildir” derken, bu konuda ajitasyon geliştirmek ve anlaşılmak istemiyle dillendirmiştir.
Hepimiz önce kendimize, ailemize ve çevremize karşı kabul edilmek ve anlaşılmak için çabalıyoruz. Kanımca bu edilgen bir durumdur. İnsan özünün önceliğini örten, onu kendine karşı unutturan sıradan, olması gereken doğal bir çabadır. Asıl kendiyle kalıp hayatın anlamına doğrudan soru soran insanlar için kendi varlıklarının ne anlama geldiği önemlidir. Kendisine doğrudan özeleştiri yaparak diğerlerine karşı değil, kendine karşı var olma isteğidir. İşte, bu sorular için “Varoluş özden gelir” diyor Sartre. Ete, kemiğe ve organlara bürünmüş insan için bedensel varlığa soru sormak öncenin tekrarı ve anlamsızlığı ya da metafizik sorgulama olup bir bakıma cevapsız kalmakta ve insanı muğlaklığa sürüklemektedir. Diğer bir yanıyla varlığınıza “öz“ olarak yüklediklerinize karşı “Neden?” diye sormamak kişinin kendini tanımasında açacağı büyük bir yol, yani “hakikat” olmaktadır.
KAYNAKÇA:
- [1] J. P. Sartre, Varoluşçuluk, Say Yayınları, Çev: Asım Bezirci, 20. Baskı 2007, s. 39.
- [2] H. J. Störıg, Dünya Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2011.
- [3] Selahattin Hilav, Felsefe El Kitabı, Yapı Kredi Yayınları, Ocak 2009.