PLATON’UN ‘MAĞARA ALEGORİSİ’NE DOĞU’DAN KISA BİR BAKIŞ
-ANKARA-
Platon’a (Eflatun’a) minnetle…
Mağaradan günümüze gelene kadar insan ve insana bağlı üretim ilişkileri toplum içi ve toplumlararası farklılaşma olarak karşımıza çıkmıştır. Bu konuda hikâye mağarada başladığına göre mağaradan dışarı çıkan ile karanlığı gerçek olarak kabul edenin konumlanışı da elbette ki farklılık göstermiştir. Antik Yunan filozofları konuya dair ilk kafa yoranlardır. Özellikle ‘Mağara Alegorisi’ne değineceğimiz için Platon’un ‘Devlet’ eserinde ortaya atılan düşünce, günümüze kadar ulaşan en somut ve anlaşılır örneklerden biri olması nedeniyle dikkat çekicidir.
Özetle:
“İnsanlar doğdukları an itibariyle karanlık bir mağarada zincirli haldedir. Başlarını sağa ve sola çeviremez, sırtları ise mağaranın girişine dönüktür. Sadece karşılarındakini görmektedirler. İnsanlar mağaranın girişinden yansıyan nesnelerin gölgelerini görür ve bunları gerçeklik olarak algılar. İnsanlardan bir tanesi, zincirlerinden kurtulur ve mağaranın dışına çıkar. Mağarayı terk eder ve yeni bir gerçeklik ile tanışır. Duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin gerçek olmadığının farkına varır. Süreç yıpratıcı olduğu kadar cesaret isteyen de bir süreçtir. Kişi bu aydınlanma/özgürlük durumunu mağaradaki zincirlerinden kurtulmamış insanlar ile paylaşmak üzere mağaraya geri döner. Mağaradaki arkadaşları ise dışarıda farklı bir gerçeklik olduğuna inanmaz.”
Platon’un (Eflatun) düşüncesi bu alegori üzerinde şekillenir. Ona göre nesneler ve idealardan oluşan iki ayrı dünya vardır. İnsan bedensel olarak nesneler dünyasına aittir ve orada bulunmaktadır. Ancak ruhen bir zamanlar bulunduğu idealar dünyasından izleri kendisinde taşımaktadır.
Alegorideki mağara, toplumu; zincirler ise, o toplumsal yapı içerisinde var olan kuralları temsil eder. Mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin toplumda kabul edilen doğruları sembolize ettiği ileri sürülebilir. Buna göre zincirini kıran birey, gerçeğin (hakikatin) peşine düşen bir filozof olduğu kadar, sorgulayan insan olarak da düşünülebilir.
İnsanın, zincirini kırabilecek kadar yüksek bilince sahip olabilmesi için doğduğu andan o ana kadar tüm alışkanlıklarını, bildiklerini, değerlerini, tüm makbul olanları reddetmesi gerekmez mi? Bu reddedişin karşılığı olarak zincirinden kurtulmuş ve yüzünü aydınlığa dönmüş olacaktır (aydınlanacaktır). Buna, “kendi devrimi başlatmak” diyelim. Ancak iş orada bitmez, aksine orada başlar. Kişi bu avantajlı ve anlamlı durumunu toplumun tabanını uyandırmak/aydınlatmak için kullanmadığı sürece niteliğinin çok da bir anlamı yoktur. Mağaranın dışını gördüğü anda yanılsamaların ve gerçekliklerin farkına varır. Mağaranın içine dönerek diğerlerini de zincirlerinden kurtarmak için çabalar – her ne kadar mağaradakiler buna karşı çıksa da. Bu çaba, entelektüel özelliklerin kazanılması anlamı taşır. Buradan yola çıkarak, konumlanış öncelikle kendisi üzerinden olurken diğerlerini de kendi konumuna getirme çabasıyla birleşir.
‘Entelektüel’in Doğu’da ‘Münevver’e karşılık geldiğini görürüz. Batı’da kendi zincirini kıran entelektüel, bedel ödeme konusunda cesur davranmış, bunun karşılığı olarak aydınlanma konusunda öncü olmuştur – sınıfsal mücadelenin de etkisi ile. Batı’da ‘Reform’un ve ‘Rönesans’ın ortaya çıkışında ve gelişiminde bu belirleyici olmuştur. Doğu’da ise lokal benzeşmelere rağmen, bedel ödemekten kaçan, gücün gölgesine sığınan, halkın gözüyle bakmayı zül sayan ve erkin kendisine sağladığı rahatlığın yanılsamasıyla yaşamayı tercih eden ‘münevver’ karanlığın hoş sedasını anlatmaktan öteye gidememiştir. Zira Doğu’da ‘Asyatik Üretim Tarzı’, burjuvazinin ve işçi sınıfının oluşmasına mani olmuştur. ‘Münevver’, zihinsel ve yaşamsal gelişimini tamamlayamamıştır. ‘Asya Tipi Üretim Tarzı’nda köylüler üretimden elde ettikleri tasarrufun (artı değerin) bir kısmını sonraki üretim için toprağa, bir kısmını ise vergi ve rant olarak devlet merkezine aktarır. Üretim merkeze doğrudur. Toprağın mülkiyeti, üretimin biçiminden de anlaşılacağı gibi devlete aittir. Yöneticiler toplumsal yaşamla ilgili her konuda belirleyici olduklarını düşündükleri için ‘münevver’ güce eklemlenme dışında bir seçeneğin olduğunu düşünme eğilimine girmemiş/girememiştir. Bu primitif bakış açısı Doğu düşün dünyasını derinden etkilemiş ve toplumsal aydınlanma hareketlerinin doğmasını engellemiştir.
Müslüman toplumlarda ihtilafa düşülen konularla ilgili özne değişse de özde bir değişiklik olmamıştır. Örneğin İslam dünyasında İbn-i Rüşd gibi entelektüel özellik gösterenler ile Gazali gibi münevverlerin görüşleri çarpışmış, çarpışmayı zincirini kıran –örneğin İbn-i Rüşd– değil, içeride zincirinden memnun olan ve yanılsamaların boş hayaline kapılan –örneğin Gazali– kazanmıştır. İslam dünyasındaki gerilikler üretim tarzından kaynaklı olduğu kadar, içtihat kapısı ile de ilgilidir. Kur’an-ı Kerim’de içtihat kapısının kapanması, farklı fikirlerin yarışını engellemiştir, bu engel felsefi ve bilimsel aklı devre dışı bırakmıştır. Geride “ulu’l emr’e itaat” eden (Nisa Suresi 59, 65, 69 ve 70’inci ayetler) “vasat ümmet” (Bakara 143’üncü ayet) kalmıştır. Kur’an-ı Kerim’de lafzı geçen ve ihtilafa düşülen meseleler tartışmasız kabul edilmiştir, üstü örtülmüştür.
Bu tartışmasızlık halinin Osmanlı’nın son döneminde daha enteresan bir şekle büründüğünü görürüz. Örneğin, Geç Osmanlı ideologlarıyla ilgili ise “fikir çapkını” benzetmesi yapılırdı. Bu insanlar eski ile yeniden (düşünce akımlarından) hoşuna giden kadarını alıp buradan, yemeğin türlüsü gibi, fikrin de türlüsünü yapma çabasındaydı. Tanıl Bora, ‘Cereyanlar’ adlı eserinde bunu Abdullah Cevdet özelinden kullanılan bir tabir olarak söylerken, günümüze de uyum sağlaması açısından yazılmaya değer görür. Bir diğeri ise kırkambar ulemasıdır – kırkambar, her türlü erzakın konduğu yerdir. Tıpkı bunun gibi her şeyden biraz biraz bilen ancak hiçbir şeyi tam olarak bilmeyenler için kullanılan bir tanımlamadır. Doğu toplumlarında kırkambar ulemalarının hemen birçoğu fikir çapkınıdır. O nedenle mağaranın dışına çıktıkları anda bir daha geri dönmeyi düşünmez ya da mağaranın dışına çıktığını zannederek yaşar.
Biz geri kalsak da güneşin doğacağını ve aydınlatacağını unutmadan, mağaraların karanlığına hapsolmadan, çıktığımız yumurtayı beğenmemeyi, daha iyi bir yumurtanın inşasının gerekli/zorunlu olduğunu bilerek hareket etmeliyiz. Böylece zincirlerin anlamsız ve değersiz kılındığının, mağaradaki karanlığın aydınlığa yenildiğinin fark edilmesi kendi zihinsel inşaatımızın harcını kararken, toplumsal binayı sağlamlaştırmak açısından önemli bir adım atmak anlamı taşıyacaktır.