EDEBİYAT 

AŞK AŞISI (1)

Gergin görünüyordu. Yıllardır hiç yapmadığı şeyi yapmış, bir haftadır tıraş olmamıştı. Yakın gözlüğünü kutusundan çıkardı. İpini boynundan geçirdi. Burnunun üstüne yerleştirdi. Gazetelikte üst üste duran gazetelerden en üsttekini çekti aldı. Açtı. Manşet, on iki sütundan yüzüne gözüne haykırıyordu: “Fırsatçı Virüsü Salgını

Yeni koronavirüs salgınını fırsat bilip fahiş fiyata mal satanlardan söz ediyordu. Canı zaten çok sıkkındı. İçinden okkalı bir küfür geçti. Yıllar önce babasının savurduğu türden, ağza yakışanından. “Günlerdir ev Mor Gabriel keşişlerinin mağara çilehanesine döndü, tıkıldık kaldık” diye düşündü. Kendi kendine söylendi:

– Biz sefil fare gibi kapana kısıldık, adamların derdine bak. Ölü soyucular.

Gazeteyi katlayıp yerine bıraktı. Çok daha altlardan başka bir gazete çekip aldı. Koltuğuna, televizyonun karşısına oturdu. Gazeteyi dizine koyup önce televizyonda birkaç kanal gezdi. Koronavirüs ile ilgili özellikle İtalya’da yaşananlar çok can sıkıcıydı. İçi daraldı. Görüntülere tahammül edemedi. Televizyonu kapattı. Derin bir soluk alıp uzun uzun havaya doğru üfledi. Arkasına yaslandı iyice.

Gazeteyi açtı. 9 Nisan 2019 tarihliydi. Çok eskiymiş diye düşündü. Kalkıp yerine koyacakken manşetin altındaki habere doğru kaydı gözleri. Sağlık Bakanının fotoğrafı vardı. Altındaki yazı dikkatini çekti.

Sağlık Bakanlığından bir heyet, Bangladeş’in önde gelen aşı üretim tesislerini gezdi. İkili görüşmelerde, ortak aşı ve insülin üretimi ile ar-ge çalışmaları ele alındı. İlaç ve tıbbi cihaz alanında işbirliğine dair ‘mutabakat zaptı’ imzalandı. Kendi kendine yüzde 97 oranında yeten ve 2,5 milyar dolarlık bir ilaç pazarına sahip olan Bangladeş, bugün 151 ülkeye ilaç ve aşı ihraç ediyor.

Gözlerine inanamadı. Bir kez daha dikkatlice okudu. Söylendi:

– Bu da ne… Dalga mı geçiyorlar? Ben bu haberi nasıl atlamışım.

Sonra anımsadı. O tarihte ‘Sanatı Öğretenler’ resim heykel sergisi açılış kokteyli vardı. Sergi sonrasında da topluca bir yerlerde oturulduğu için o gün gazeteyi okuyamamış, yalnızca ekte verilen sudokuları çözüp yatmıştı. Bir an daldı.

* * *

5 Ağustos 1997, Salı. Ankara Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı Toplantı Salonu… Merkez Başkanı biraz gergin bir ifadeyle:

– Arkadaşlar, Başbakanımızın ve Sağlık Bakanımızın yanında beni mahcup etmeyeceğinize inancım tamdır.

Aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmedi:

– Ayakkabı çorabı sıkar, çorap da döner ayağı sıkar. Değil mi ama? Sorun istemiyorum arkadaşlar. Herkes mesai alanına geçebilir. Teşekkür ederim.

Salonun dışında bir telaş, bir koşturmaca vardı. Her taraf hummalı bir şekilde temizleniyordu. Bir boyacı son dakikada duvarlardaki kararmış bölgeleri badana ile rötuşluyor, birim amirleri sağa sola emirler yağdırıyordu.

Salonun çıkışında Hıfzıssıhha Merkezi Başkanı, bir birim amirinin sorusunu yanıtlarken bir görevli koşarak geldi:

– Başkanım… Başkanım, misafirlerimiz Merkez’e varmak üzerelermiş.

Merkez Başkanı ve üç müdür koşturarak bina kapısına yöneldiler. Binanın giriş merdivenlerine geldiklerinde makam aracı binaya ulaşmak üzereydi. Hemen merdivenlerin bitiminde yan yana yerleştiler ki araç durdu. Şoför ve korumanın kapıları açmasına fırsat kalmadan başkan ve en kıdemli müdür, makam aracının kapılarını açmıştı bile. Başbakan ve Sağlık Bakanı yan yana arka koltukta oturuyordu.

Bakan sol yandan, Başbakan sağ yandan indi. Merkez Başkanı heyecanla:

– Hoş geldiniz Sayın Başbakanım.

– Hoş buldum, hoş buldum. Nasılsın?

– Sağ olun Başbakanım, sağlığınıza duacıyız efendim.

Başbakan sırayla herkesin elini sıktı. Kimin elini sıkıyorsa o kendisini tanıtıyordu. Binaya girdiler. Birimler denetlendi. Merkez Başkanının makam odasında çay içmeye geçtiler. Sıkı bir hazırlık yapılmıştı. Kekler, sigara börekleri, pastalar, bisküviler… Başbakan pek bir şey yemedi, Üzerinde adının kazılı olduğu altın kaplama tabakasından bir sigara çıkardı. En kıdemli müdür atılıp Zippo çakmağıyla sigarayı yaktı. En kıdemsiz müdür, yanı başındaki küllüğü hemen önüne yerleştiriverdi.

Başbakan, beyaz uzun filtreli yabancı sigarasından derin bir nefes çektikten sonra dudaklarını büzerek uzun uzun dumanını üfledi. Odadakilerin gözleri üzerindeydi. Kulakları da… Çayından küçük bir yudum aldı. Gözlüğünü geriye doğru iterek davudi sesiyle:

Başkan, millet aya gidiyor, biz yaya gidemiyoruz. Niye? Devletin yapısı çok hantal… İşler çok ağır ilerliyor. Prangalarımız var. Kurumlarımız zarar ediyor ve biz ısrarla üretime devam ediyoruz. Devlet giysi, ayakkabı mı üretirmiş… Devlet üstüne vazife olmaması gereken şeylerle zaman kaybediyor. İşte, az önce gezdiğimiz aşı laboratuvarı… Biz o aşıyı burada üretmeyip dışarıdan satın alacak olsak 38 milyon dolar kâr ederiz. Yazık değil mi bu milletin parasına?

Başkan böyle bir şey beklemiyordu. “Bir sorununuz var mı? Bizden bir talebiniz var mı? Ya da şunu şöyle yapın bunu böyle yapın, verimliliği artırın, hijyenden ödün vermeyin” türünden eleştiriler beklerken cevabını kendi içinde barındıran bu soru da neyin nesiydi şimdi… Bu geminin kaptanı kendisiyse gemisini savunacaktı. Boğazını temizledi:

– Efendim, hakkı aliniz var. Evet, aşı enstitüsü zarar ediyor. Ancak buraların stratejik olarak, hem aynı zamanda vatan savunması…

Bırak şimdi başkan. Zarar eden kurumu çalıştırmaya devam ederek vatana hizmet edilmez. Bizim ayağımıza bağ olan, zarar eden tüm kurumları elden çıkarmamız gerek. Kazanç esas olmalı. Buradaki personeli diğer kurumlara, Milli Eğitim Bakanlığına, Tarım Bakanlığına, Orman Bakanlığına kaydırırız. Binaları satarız. Elde ettiğimiz kazançla, KOBİ’leri kredilendirir, ekonomiyi canlandırırız. Bizim hedefimiz G-8’ler olmalı, değil mi? Kişi başına milli gelirde de nal topluyoruz. Refahı artırmalıyız. Büyüme hedeflerimizi yükseltmeliyiz.

Başkan, söyleyeceklerinin bir anlamı kalmadığını anlayınca sessiz kalmayı yeğledi.

* * *

Oturduğu yerden uzanıp sehpadaki akıllı telefonunu aldı. Önce Whatsapp’ta kısa bir gezinti yaptı. Koronavirüs ile ilgili ciddi, esprili, abartılmış, mükerrer pek çok paylaşım vardı. Çoğunu okumadı bile. Instagram’da da biraz dolaştı. Bir paylaşım çok ilgisini çekti: “Bangladeş’te ‘Evden çıkmayın’ uyarılarını dinlemeyen binlerce kişi virüs duası yapmak için bir araya geldi.

Bir de görsel paylaşılmıştı ki iğne atsan yere düşmezdi:

– Hoppala! Bu ne yaman çelişki. Bir taraftan 151 ülkeye aşı satılsın, diğer taraftan vatandaş evinde oturup izole olacağına binlerce insan topluca virüs duasına çıksın. Allah akıl dağıtırken bunlar neredeydi yahu… Bu nasıl bir ahmaklık…

O sırada bir yorumcu da onun düşündüklerine benzer bir şey yazmıştı: “Sadece virüse karşı değil, cahilliğe karşı da küresel bir savaş veriliyor.

Kendi kendine konuşuyordu:

– Gerçekten de doğru yahu, bu ne cehalet! İnsan kendini düşünmüyorsa, çoluk çocuğunu düşünür.

Canı iyice sıkılan emekli Hıfzıssıhha Merkezi Başkanı, telefonu oturduğu yerde köşeye sıkıştırdı. Söylenerek kalkıp gazeteyi yerine bıraktı. Televizyon dolabını açtı. Saydam, kilitli plastik saklama kapları yan yana, üst üste konmuştu. Eski albümlerin olduğu kutuyu çıkardı. İçindeki bir albümü alıp koltuğa geçti.

Albümü dizlerinin üzerine aldı, üzerinde parmakları okşarcasına dolaştı. Albümün kapağında, bir erkeğin genç bir kıza çiçek verirken –muhtemelen aşkını ilan ederken– canlandırıldığı bir görsel vardı. Albüm kapağını açtı. Kapak açılır açılmaz albümün içinden birkaç fotoğraf yere saçıldı. Sinirlendi beceriksizliğine. Toplamak üzere yere düşen fotoğrafların üzerine eğildi. Yere düşenler Paris seyahatinde çekildikleri fotoğraflardı.

Fotoğrafları toparladı. Birini seçti. Bu Sacre Coueur (Cesur Yürek) Bazilikası’nın önünde çekildikleri fotoğraftı. Büyük oğlu artık İskoçya’da Güney Koreli bir kızla yaşıyor, Türkiye’ye yılda bir kez gelebiliyordu. Küçük oğlu Brüksel’deki Birleşmiş Milletler Ofisi’nde sosyal sorumluluk projeleri ile ilgili birimde yönetici yardımcısı olarak çalışıyordu. Cezayir Oran’dan Fransız vatandaşı bir melez ile evlenmişti, tek yumurta ikizi oğlanlar ile annesinin kopyası bir kızı vardı. Türkiye’ye yılda bir kez hep beraber geliyorlardı. Oğlunun yurtdışı görevlendirmelerle de yılda birkaç kez yolu Ankara’ya düştüğünden ağabeyine göre daha çok görüşüyorlardı.

Eyfel Kulesi manzaralı fotoğraf, Fransız Ulusal Kütüphane Binası’nın önündeki alandan kuleye doğru çekilmişti. Mimarı Gustave Eiffel’in bile nefret ettiği bu çelik yığını özel olarak ışıklandırılmıştı. Sol tarafta eşi, sağ tarafta oğulları durmuştu. Paris’in simge yapılarından olan bu kule de ortalarından gökyüzüne doğru mağrur bir biçimde yükseliyordu. Bu fotoğrafı kendisi çekmişti.

Bir başka fotoğraf, Notre Dame’ın kapısının önünde eşi ve oğullarıyla çekildikleri fotoğraftı. O zaman ayrımına varmamıştı. Fotoğrafın geri planında biri diğerlerine göre daha özel kıyafetli bir grup din adamı hararetle sohbet ediyordu. Bir şekilde kadraja girmişlerdi. Pazar ayini sonrası olmalıydı. Fotoğrafta çocuklar aralarında kalmıştı. Ne kadar da mutlu görünüyorlardı… Ne var ki o mutluluk tablosu artık çok uzaktaydı.

Yüz yıllar kadar uzak…

– BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU –

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar