YAŞAM 

KARGAŞA

To give away yourself keeps your self still,/ and you must live drawn by your own sweet skill.” – William Shakespeare, Soneler, XVI

Cynthia’ya…

Aklıma gelen her şeyi yazmamalıydım. Yazdım mı? Yazdın. Belki aklına çok daha fazlası gelmişti. Sen edebiyatın içinde olmayı seçtin hep. Üzerine asit dökülmüş plastik bir köpük gibi günden güne, saatten saate eridin. Eridin, ağır ağır kurtuldun madde olmaktan da duyan mı oldu? Olmadı mı? Bilinç akışı derler de bir yöntem vardır, böylece nice belirsizlik çözü çözülüverir sayesinde. Sözüm ona kahramanın zihnine, beyin kıvrımlarına dalınır cumburlop.

Çok insan tanıdın, çok düşündün. Düşünmelerin varmadı bir yere. Varılacak bir “yer” var mıydı? Ne olacaktı varsaydı? Hem istedin mi varmasını? Kıvranmadın mı ben anlaşılmak istiyorum diye? Anlar görünenler uzaktan baktılar yalnız, onlar da başka anlayanları arıyorlardı çünkü: Bilirbilmezler. Alaca karanlık düşünürleri… Havalı bir dünya isim taktılar kendilerine. “Hanımlar ve beyler!” – ki bu kategorileştirme de tartışmalıdır… Ben nice zaman sonrasının kulaklarına sesleniyorum ki yalnızca onlar işitecektir sözlerimi!

Âdemoğluna günah işleme şansını –fırsatını, haddini– sen verdin esirgeyen ve bağışlayan! Bir günahla dünyaya attın. Ruhi Bey gibi fırlatıldı hepsi. Kan bulaştı kardeşlerin hikâyesine: Hâbil ve Kâbil. Hikâyenin bir de diğer yanı vardı. Diğer yanları dinlememize izin vermedin. Nice katliam, ölüm, yok etme ve ölümcül hastalıktan sonra kanlı bedenlerimizle irinli bir yağ bezesi gibi doğruluyoruz nihayet. Bunu da içimize koyan sendin, unutmadık; bir bilfiil olarak bir etik yan vardı bunda, kardeş katline zemin bulundu. Yok etmeye, yok olmaya vardı anlam.

Diyalektik bir seçim yok. Dışsallaştırmalar ve içselleştirmeler var. Farkın inşası var. Dolayımlama var. Seçenlerin, meşru olan gayrimeşrunun –üstelik iddiası da etik sınırlar içinde olduğu yönündedir– dolayımları var, bedenlerde yaşayan hayaletleri var. Muktedir olan iktidardır, dıştalanan mahkûmdur yok olmaya. Muktedirin bir belirleyimi, bir gölgesidir cici terörist yahut terörist.

Bir tanım yok. Dili dille anlatmak, dili dille açıklamaya çalışmak gibi: Dil ötesi işlev. “Tanımın bittiği yerde hayat başlar.” diyor Cioran. “Ben ne kadar bilirse kendini o kadar tanır.” demişti Kierkegaard ondan yüzyıl önce. Kierkegaard’un tutunacak bir Hıristiyanlığı vardı. Ki hâlâ genç ve yakışıklı yüzüyle bakar kitap kapaklarında. Bundandır kısacık ömrüne onca metin sığdırması. Oysa hep aynı yaşta ölen ağabeylerinin yaşına gelince öleceğini düşündü, yazarak kaçtı ölümden. Korktu, korkmayı rezilce buldu. “Hayatımı adayacağım bir hakikatin peşindeyim.” dedi yirmi iki yaşındayken. Cioran öyle değildi. Yirminci yüzyılın tüm ağrısını utançla bedeninde taşıdı. Beyninde ve ruhunda.

Ruh utanç duyar mı? Seksenli yaşlarına kadar yaşadı Cioran; hiçliği, hiçliğe duyulan pencereleri bunca övdüğü halde öldürmedi kendini. Ne büyük aptallık! Ne büyük merhamet! Yazdığıyla yaşadığı arasındaki mesafe gitgide büyüdü. Öyle bir boşluk oldu ki sonunda o boşluk yuttu onu da. Kendi canavarlarını kendi yarattı. Oysa güneşli, güzel bir sabah bileklerini kesen Beşir Fuad kıvranarak yaralı bir havyan gibi böğüre böğüre öldürdü kendini. Ruhunda hiçlik vardı. “Asla var olmamaya varana dek süren nihai bayağılaşma” (Cioran, s.43) dedi Cioran. Bayağılaştı ve nihayet çürüdü.

Bütün yüzyılları yaşadım / Vaktim yetmedi anlamaya” demişti Melih Cevdet. Üstelik şu sıralar gazetelerde, dergilerde kalmış, unutulmuş, alçakça bir kenara atılmış tefrika metinleri çıkıyor ortaya. Edebiyat dünyasının fularlı bayları ne der bilmem. Biyografisini yeniden yazmalı dediklerini okudum bir yerlerde.

Nicedir düzyazı sınırlarında dolaş(a)mayan bir adamım. Biraz bıkmışlıktan, bırakılmışlıktan yapılan bir adam, biraz yarım. Burjuvaları temsil eden komik Vikont gibi. Calvino, ikiye bölünmüş bir yarı saydam dünyayı serdi gözlerimizin önüne: Yarımdı tüm nesneler, tüm hayvanlar, tüm insanlar ve tanrı. Bırakılmışlığı ve ol(a)mamışlığı gösteren tanrı. Daha az pornografik.

Yazamıyorsan –yahut yazamadığını düşünüyorsan– niçin yazamadığını yaz demişti Tolga Kırkıl nice zaman önce. Yiğit Bener de yazamadığı romanın öyküsünü yazdı. Belki doğru olandır bu. Belki yazamadıklarımızdır yazdıklarımız. Yazı alıp götürür yazanı, okyanusun nereye ve nereden sürüklediği bilinmeyen bir nesne gibi. Nihayetinde yabancı, anlamsız bir şeye dönüştürür. Şanslıysa bir kara parçasına denk gelir anlamsız şey. Bir hayvan ya da bir kişi tarafından uzaktan incelenir, sopayla dürtülür, tanımsızdır.

Belki ana muhalefet partisi liderini Tolstoy’un bir hikâyesi üzerinden ele alırım diyordum bu bulamaca başlamadan evvel. Zihnimde dolaşan nice fikirleri, nice insanları, nice düşleri susturabilirsem onu da yapabilirdim elbet.

On dokuzuncu yüzyıl parçalanmalar çağıdır demişti bir hocam. İnsan evladı, o güne kadar hiç böylesine –bu denli– huzursuz olmamıştı bu yüzyıla gelene değin. Doğrudur bu tespit. Örneğin Osterhammel de doğrular bunu.

Ama içinde bulunduğumuz yüzyıl çok daha huzursuz ve kanlı.

Huzursuzluk. Ne kadar aşina bir kelime. Dağarcığımızdaki yüzlerce aşina kelimeden biri, olabildiğince soyut ve onlarca şey çağrıştırıyor aynı anda, aşk gibi.

Her geçen an, hayatın bakirliğini eksiltiyor.

Beni yeniden bu kavganın içine sokan iki dosta –Başar Şeker’e ve Zekeriya Ünal’a– nice teşekkür.

Ne kadar kıvansalar azdır! Tansığı büyütmenin zamanı, aşkı büyütmenin zamanı, zamanı huzursuz olmanın, parçalanmanın ve nice uykusuz gecenin!

Bir yerlerde hâlâ kaldıysa okurlarıma, okuyacaklara –bunu da çekinerek yazıyorum– kucaklar dolusu merhaba! 

ALTLIKLAR:

  1. E. M. Cioran, Hiçliğe Açılan Pencere
  2. Soren Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
  3. Soren Kierkegaard, Ya/Ya da
  4. Melih Cevdet Anday, Sözcükler
  5. Gustave Flaubert, Bilirbilmezler
Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar