EDEBİYAT 

AŞKIN ZEHRİYLE LANETLENMİŞ RUHLAR / ‘UĞULTULU TEPELER’

Ama bana dokunmana fırsat kalmadan ruhum şu tepeyi tırmanmış olacak. Seni istemiyorum, Edgar. Seni istediğim günler geçti. Kitaplarına dön. Bir avuntun olduğu için mutluyum; çünkü bende neyin varsa hepsini yitirdin.” – Emily Brontë, ‘Uğultulu Tepeler’

Aşk, üç harften oluşan, söylerken kulağa hoş gelen ama duyguda ve anlamda bir o kadar büyük olan… Peki, kaç yüzü vardır aşkın? Çiçeğinde hep bal mı saklıdır yoksa dikenleri zehirli midir? Her aşk, içinde büyüdüğü yüreğe şifa mı olur yoksa bazen o aşk, insanın tüm benliğini ele geçiren illet bir hastalığın bizzat kendisi midir?

Ben, aşkın parmak izi gibi eşsiz olduğuna inananlardanım. Bu yüzden bu duygunun toprağında büyüyen tüm şanslıların birbirinden farklı renkte açan çiçekler gibi olduğunu düşünüyorum; kimisinin çiçeği öyle bereketli açıyor ki dokunduğu diğer çiçekleri de bereketli hale getiriyor kimisi etrafındaki tüm dikenlere rağmen tüm güzelliğiyle açabilmeyi başarıyor kimisi ise aşkın toprağında öyle güçlü kökleniyor ki adeta o toprağın bizzat kendisine dönüşüyor. Tüm bu farklılıkların içinde ortak olan bir şey varsa o da kesinlikle aşkın tam içine düşmüş bir kalbin kolayca kendine gelemeyişi oluyor.

Hayat, insanı hep en çok bildiği yerden sınıyor ve kendi bildiklerimize ya da inandıklarımıza zıt olan tanımları ya da manzaraları önümüze çıkarıyor ve bu zıtlıklar bazen oldukça sarsıcı olabiliyor. ‘Uğultulu Tepeler’ romanını ilk okumaya başladığımda kışı bitirip baharı karşılamak üzereydik ve ben okuyacağım sayfalarda beni olağan bir aşkın karşılayacağını düşünüyordum. Yanıldım. Kitaptaki havanın sürekli gri ve sisli oluşu gibi, yolların kayalıklarla ve tepelerle döşeli oluşu gibi aşkı da oldukça sert ve hiddet doluydu. İngiliz edebiyatından alışık olduğumuz süslü ve romantik cümleler bu kitapta yerini hayal kırıklıklarına ve umutsuzluklara bırakmıştı, bu yüzden kitaba tam yarısında ara verdim ama çok yakında o sisli ve uğultulu tepelere tekrar döneceğimi çok iyi biliyordum. Bıraktığım yere tekrar döndüğümde ise hikâyenin sonuna olan merakım giderek çoğaldı ve ilham heybem aşkın bambaşka halleri ile doldu. Bu tanımlar, yarıda bırakışlar ve geriye dönüşlerden sonra iyice anladım ki bazı kitaplar ancak nefes ala ala okunabiliyor. İşte, ‘Uğultulu Tepeler’ de tam böyle bir kitap.

Kitabımı okurken iç geçirdim; çünkü mutluluk asla geri gelmemek üzere dünyadan ayrılmıştı.” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

MEVSİMLER, MANZARALAR VE İNSANLAR

Uğultulu Tepeler’ romanının ilk bölümlerinde okuyucunun gözüne üç tema çarpar. Bunlardan ikisi mevsimler ve manzaralardır.

1800’lü yılların İngiltere’sinde; oradan oraya koşturan, bu koşturmacalardan bunalıp kendini ihtişamlı balolara atan insanlardan ve Sanayi Devrimi’nin izleriyle yükselen yepyeni yapılardan oldukça uzakta, kendi başına kalmak isteyenler ve bu boğucu kalabalıklardan kaçmak isteyenler için bazı saklı cennetler vardı. Bu ıssız ve sessiz cennetlerden biri olan Thrushcross Çiftliği, fırtınalı günlerde evi saran ürpertici uğultulunun tesiriyle bu adı almıştı ve çiftlik oldukça yüksek bir tepenin tam arkasında bulunuyordu, bu yüzden Thrushcross Çiftliği, kendi adıyla anılmaktan çok Uğultulu Tepeler olarak anılıyordu. Uğultulu tepelerin manzaraları insana kendini kolayca göstermez; çünkü neredeyse her sabah etrafta kurşuni renkte bir sis bulutu olur ve mevsimler hep soğuk hep yağmurludur. Kitabın ilk bölümlerinde karşımıza çıkan üçüncü tema insandır. Mevsimler, manzaralar ve insanlar birbirinin yansıması gibidir. Bu kapalı ve sisli havalar ve manzaralar tepedeki insanları da etkiler; güneşi nadiren gökyüzünde gören tepenin insanları da ruhen kasvetlidir ve kırık hayat hikâyeleri ile doludur. Bu kırık hayatlar ve tepelerdeki her detay okuyucunun belleğinde canlanmaya çok yakındır. Çünkü ‘Uğultulu Tepeler’, kaleminden döküldüğü yazarın kendi yaşamının en can alıcı manzaralarının içinden süzülüp bizlere ulaşır.

Okunacak bir sürü iyi kitap var. Oturun da okuyun biraz. Oturun da şuraya ruhunuzu kurtarın.” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

KENDİ GÖKYÜZÜNÜ ULAŞAMADAN KANATLARI YORGUN DÜŞEN BİR KUŞ: EMILY BRONTË

30 Temmuz 1818’de, Kuzey İngiltere’nin tarihi ilçelerinden biri olan Yorkshire’de doğan Emily Brontë, kalabalık bir ailenin beşinci çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Emily’nin tüm çocukluğunun öznesi kardeşleriydi. Özellikle kız kardeşleri Charlotte ve Anne; Emily’nin neredeyse tüm anılarının içindeydi. Emily, her günü yağmurlu olan Yorkshire’de, evlerinin penceresinden sürekli gökyüzünü seyreder ve yağmur durduğunda kız kardeşleri Charlotte ve Anne ile birlikte evlerinin önündeki fundalıkların ve çamurların arasından geçer ve yeşil çayırlarda bir gün gideceğini düşündüğü farklı yerlerin hayalini kurardı. Emily, çok hassas bir mizaca sahipti ve sürekli hasta oluyordu, bu yüzden günlerini sürekli evde geçirmek zorunda kalıyordu. Annesinin ani ölümü Emily’yi daha da hassas bir hale getirmişti. Bu büyük üzüntüyü ve mizacındaki hassasiyeti yine kardeşleriyle aşıyordu. İleride ‘Uğultulu Tepeler’e isim olacak birçok karakteri, kardeşleriyle beraber geçirdikleri soğuk ve fırtınalı bir Yorkshire akşamlarında düşlemişti.

Emily, elinden düşürmediği kâğıtlara sürekli bir şeyler yazıyordu. Bu kâğıtlardaki şiirler o kadar etkileyiciydi ki Emily’nin kardeşleri bu şiirlerin bir kitap olarak yayınlanması gerektiğini düşünüyordu; ama yaşadıkları çağ, kadınlara, özellikle de bir şeyler yazabilme yeteneği olan kadınlara karşı oldukça acımasızdı. Bu yüzden kitap, okura bir erkek şair tarafından yazılmış gibi gösterilmeliydi. Emilly, “Ellis” mahlasıyla kitabını yayınladı ama içinde sevinçten çok derin bir burukluk hissediyordu.

Emily, 1847 yılında tek romanı olan ‘Uğultulu Tepeler’i yayınladı. Bu roman üç kitaptan oluşacak bir serinin ilk bölümüydü. ‘Uğultulu Tepeler’, ilk yayınlandığında hak ettiği değeri asla görmedi; çünkü dönemin gerçekleri ile romanın gerçekleri asla örtüşmüyordu. Emily, tepelerin serisini devam ettirmeyi çok istedi; ama sağlığı buna bir türlü el vermiyordu. Sürekli evde olması, yaşadığı coğrafyanın iklimi vücudunu iyice güçsüz kıldı ve küçük bir soğuk algınlığı tüm ciğerlerini ele geçirdi ve Emily özgürce uçacağına inandığı ve kavuşmayı umutla beklediği kendi gökyüzüne ulaşamadan kanadı kırık bir kuş gibi henüz otuz yaşındayken hayata gözlerini yumdu.

Ne acıdır ki ‘Uğultulu Tepeler’in insanlarının da zamanla Brontë gibi ruhu ve bedeni zayıf düşecek, yarım kalmış düşlerle yaşama veda etmek zorunda kalacaklardır. Gururlu kimseler, kendileri için büyük üzüntüler yaratırlar.” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

ZİNCİRLERE VURULAMAYAN VE KALIPLARA SIĞMAYAN BİR EDEBİYAT YARATMAK

Emily Brontë, oldukça hassas ve bir o kadar da kırılgan bir karaktere sahip olmasına rağmen eserlerinin kaderinin kendisi gibi olmasını asla istemiyordu. Kalemiyle ve yaratım gücüyle okuyucuyu ruhen sarsacak ve ona kendini, kendi karanlıklarını ya da kaçtığı duyguları hatırlatacak karakterler oluşturmak istiyordu. Yaşadığı çağ; kadını pasifleştiren, yozlaşmış bir ahlakı yüce bir samimiyetmiş gibi sunan, herkesin pembe çiçekleri gördüğü, kimsenin bataklıklara ses çıkarmadığı bir çağdı; ama Brontë, ‘Uğultulu Tepeler’de sahte bir bütünün içindeki en gerçek parçaları anlatmayı tercih etti.

Sarayımı başıma yıktıktan sonra içinde otur diye bana bağışladığın kümes için sana minnettar olmamı bekleme.” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

Victoria Devri; Büyük Britanya’nın Sanayi Devrimi’nin gücüyle yükseldiği ve en altın çağlarından birini yaşadığı dönemlerden biriydi. Dönemin kraliçesi Victoria, tam altmış dört yıl sürecek bir monarşinin temel öznesiydi. On dokuzuncu yüzyılın en büyük reform hareketleri de bu monarşinin en akılda kalan eylemlerini oluşturuyordu. Britanya’daki Sanayi Devrimi, işçilerin hak arayışlarını da beraberinde getirmişti. Emekler sömürülüyordu ve bu durum en çok kraliyetin hazinesine yarıyordu. İşçiler direnişteydi ama herkes yaşadıkları dönemin tam bir ilerleyiş dönemi olduğunda ısrarcıydı.

Toplum da büyük bir ikiyüzlülüğün içindeydi. Ailevi değerler ve evlilik her şeyin üstünde tutuluyordu ama aileleri bir arada tutan bağ, sevgi ve sadakatten çok, gösteriş budalalığındandı. Üreme temelli yapılan evliliklerin artan sayısı da bastırılmış cinsel dürtüleri daha saldırgan şekilde dışarı çıkarıyordu. Kadının cinsellik üzerine düşünmesi ve konuşması yasaktı, erkekler ise evdeki karısını çocuk yapmak için bir araç olarak görürken hiçbir gözün kendilerini izlemediği en karanlık saatleri başka kadınların kollarında geçiriyordu.

Para ve zenginlik her şey demekti, bu yüzden fakir halk bu maddesel gücün kırbacını hep sırtında hissediyordu. Sanat; zengin ailelerin ressamlar tarafından özenle çizilen mutlu aile portreleri ile sınırlıydı, özellikle edebiyat birilerini eğlendirdiği sürece kabul görebiliyordu. Kadın yazarların çoğu bir erkek kimliği ile toplumda kendine yer bulmaya çalışırken erkek yazarlar akşam verilen davetlerde anlattıkları öykülerle zenginleri güldürüp ceplerini doldurmaya çalışıyordu.

Emily Brontë, toplumda bir yangın gibi büyüyen hiçbir günaha gözünü kapatmadı. Zengin ama bir o kadar da aşağılık olan insanların kendilerini her daim kusursuz ve mükemmel biriymiş gibi gösterme arzusuna hizmet etmedi ve ‘Uğultulu Tepeler’in neredeyse her sayfasında onların bu aşağılık ve zavallı tarafını yüzlerine bir tokat gibi vurdu.

Siz gerek olmadığı zaman insanın karşısına çıkan, istenildiğinde de ortada görünmeyen şeylerdensiniz.” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

HİKÂYESİ YARIM KALMIŞ HER ÇOCUK, BAŞKA BİR HİKÂYE İLE TAMAMLANMAK İSTER

Earnshaw ailesi, uzun yıllardan beri Uğultulu Tepeler’de yaşayan, çevreleri tarafından sevilen ve bilinen oldukça saygın ailelerden biriydi. Ailenin babası Bay Earnshaw, karısının ölümünden sonra ailesinin hem annesi hem de babası olmuştu. Evlerinde birçok hizmetçi olmasına rağmen Bay Earnshaw, kızı Catherine ve oğlu Hindley ile bizzat kendisi ilgilenirdi ve iş için yaptığı geziler dışında ailesini asla yalnız bırakmazdı.

Bir gün Bay Earnshaw yine iş için Liverpool’a gider ve Liverpool sokaklarında kimsesiz bir çocuğa rastlar. Ne annesi ne de babası olan bu çocuk yüz hatları ve dış görünüşüyle bir çingeneye benzediği için kimseden yardım görmemiş, sokaklarda kendi kaderine terk edilmiştir. Bay Earnshaw, çocuğu bu tehlikeli sokaklardan alır ve kendi evine getirir ve ona çok küçük yaşta kaybettiği çocuğu Heathciff’in ismini verir. Heathciff henüz yedi yaşında olmasına rağmen içinde derin üzüntüler saklamıştır. Geçmişiyle ilgili hiçbir şey bilmez, bildiği tek şey çingene oluşunun sürekli yüzüne vuruluşudur ama Bay Earnshaw bunu asla yapmaz ve Heathciff’i bir oğul gibi bağrına basar. Uğultulu Tepeler’e geldiğinde ise daha önce hiç tanık olmadığı bir duyguya kapılır. Evin kendisiyle yaşıt kızı Catherine’e büyük bir sevgi duymaya başlar. Catherine bir anda hayatının her şeyi olur. Catherine nefes alır, o da nefes alır; Catherine tepelerde koşar, o da Catherine’nin ardından koşar; Catherine hangi duyguda ya da eylemdeyse Heathciff de o duyguda ve eylemde olur. Yıllar geçer, mevsimler değişir ama Heathciff asla değişmez, geçmişteki tüm yarım kalmışlıklarını Catherine ile tamamlamak ister. Tepelerdeki yağmurlu günlerin yerini güneşe bıraktığı, fırtınaların nadiren de olsa durduğu anlar olurdu ama Heathciff, Catherine’i ilk gördüğü anda nasılsa hep oydu. Kalbini parçalasalar o parçalar dile gelir, Catherine’nin adını söyler ve yine sadece Catherine için atardı.

İnsan elinden geldiği kadar aşk uğruna şeytana karşı koyabilir ama zamanı gelince gökteki meleklerin tümü yardıma gelseler onu kurtaramazlar.” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

Heathciff, sınırsızca ve ölçüsüzce içinde büyüttüğü bu sevgiyi Catherine’de sürekli yansıtır. Ahırda geçen saatlerinde en çok Catherine’nin atıyla ilgilenir. Bir çiçeğe dokunuyorsa şayet bu o çiçeğe Catherine de dokunduğu, bir kitabı seviyorsa eğer bu sevgi o kitabın Catherine’nin ağzından döküldüğü için olur. Heathciff’in bu akıllara durgunluk veren sevgiye ve düşkünlüğe bir sınırı yoktur, o içinde sadece Catherine’nin olduğu bir geleceği yaşamak ister. Catherine’nin de bu hislerde olduğunu düşünür ama Catherine’nin hayalleri bambaşka bir geleceğe akar. İşte, tam o anda Heathciff’in sevgisi sanki tam ortadan kırılır ve bu kırık parçalar yepyeni bir duyguda birleşir: Nefret ve intikam…

Benden insaf beklemeye de hakkı yok. Ona kalbimi verdim, aldı, didik didik edip öldürdükten sonra gerisingeri bana fırlattı. İnsan yüreğiyle duyar, Ellen; mademki benim yüreğimi parçalayıp yok etti, artık ona acımak elimde değil.” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

YÜREĞİMİZ NEDEN HEP KENDİSİNE EN ÇOK BENZEYENİN RÜZGÂRINA KAPILIR?

Catherine, Uğultulu Tepeler’in tüm kasvetine rağmen güneşi daima içinde taşıyan bir kızdı. Heathciff, evlerinden içeri girer girmez gözlerindeki hüznü ve kalbindeki kederi kalbinin içindeymişçesine hissetmişti. Tepelerin ardında gecenin yerini gün ışığına bıraktığı ilk saatlerde Heathciff ile at sürmeyi, hayatı, insanları ama en çok da aşkı onunla konuşmayı çok seviyordu. Catherine, çevresindeki birçok kadından farklıydı. Onların her gün hiç sıkılmadan yaptıkları uzun çay sohbetlerinde tek konuşulan, hep başka kadınların kapalı kapılar ardında sakladığı sırlar ya da yaşanmışlıklar olurdu. Catherine ise gününün çoğunu okuyarak ve okuduğu kitaplardaki kahramanları anlamaya çalışarak geçirirdi ve tabii ki bu anlarda yanında hep Heathciff olurdu, Catherine’nin Heathciff’e olan duyguları saf bir sevgiden çok, derinliği asla belli olmayan, oldukça yoğun bir tutkuydu. Hani bazen yaşamdaki tüm anlamlar varlığını yitirir, zaman akmaz hale gelir ve insanın kendisi için çıkış yolunu bulamadığı anlar olurdu. Catherine, bu anların girdabına asla düşmezdi; çünkü Heathciff gerekirse o girdaba kendisi düşer, Catherine’i asla çıkışsız bırakmazdı, koskoca evrende bir tek ikisi kalsa bu trajedi Catherine için bir mucize olurdu.

Bir gün Catherine, Uğultulu Tepeler’e oldukça yakın başka bir malikânenin sahibi Edgar Linton ile tanışır. Edgar, oldukça nazik, yakışıklı, kültürlü ve yumuşak huylu bir adamdır. Heathciff’in rüzgârları ne kadar sert ve hoyratsa Edgar’ın iklimi bir o kadar sakindi.

Bir de etrafındakilerin sesi vardır ve bu sesler Catherine’i bir türlü rahat bırakmaz. Heathciff’i ne kadar sevse de o; sosyal ve kültürel açıdan kendisine asla uygun değildir. Catherine, Heathciff’e olan tutkusunun aleviyle yanıp tutuşsa da eş olarak kendisine Edgar’ı seçer ve tutkularının sesine susturmaya çalışıp toplumun sesine kulaklarını açar çünkü sevgide de ayrım vardır. Soylu bir kalp ancak kendisi gibi soylulukla atan bir kalbi sevebilir. 

Delice sevdiği kadının bu sevgiye bu denli kayıtsızlaşması, Heathciff’i yeni bir yola sürükler. Bu yeni yola sadece Heathciff çıkmaz; okuyucu da kendini hikâyenin başka bir bölümünün içinde bulur. Romanın ilk bölümlerinde; Catherine’nin Edgar’ı seçtiği ana kadar Heathciff sevdiği kadının mutluluğu uğruna her şeyi yapar ve her şeye katlanır. Yaşadığı tüm dışlanmışlıklar ve uğradığı tüm hakaretlere rağmen Catherine’in hayatından asla çıkmak istemez; çünkü onunla geçireceği küçük bir an için bile büyük acıların tam ortasından geçmeye hazırdır.

Catherine’nin yaptığı seçimle romanın ikinci bölümü başlamış olur ve Emily Brontë bir anti-kahraman tipini romanının başkarakteri yaparak döneminin edebiyatında bir ilke daha imzasını atmış olur.

O, kendisini ne kadar sevdiğimi hiç bilmeyecek, hem onu yakışıklı falan diye de sevmiyorum, Nelly. Benden daha çok bana benziyor, onun için seviyorum. Ruhlarımız her neden yoğrulmuşsa ikimizinki de aynı.” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

SİYAH ATLI PRENSLERİN DE MASALLARDA YERİ VARDIR: ANTİ-KAHRAMAN

Anti-kahraman, bir hikâyedeki cesaret, ahlak, iyilik idealizmi gibi erdemlerden yoksun olan, eylemleri ve duyguları ahlaki açıdan yanlış görülen ana karakterdir. Toplum tarafından kabul görmüş, kusursuz bir kişiliğe sahip olan, geleneksel trajik kahramana karşıt nitelikte yaratılmış olan anti-kahraman günah ya da hata olarak görülen birçok olguyu kendinde taşır.

Bir hikâyenin merkezinde çatışma teması varsa orada mutlaka anti-kahraman etrafında şekillenen olaylar vardır. Bir anti-kahraman sadece kendine odaklanır ve kendi amaçlarını diğer her şeyden üstün tutar.

Darağacının dibinde bile korku, sakınma nedir bilmeyen suçlular vardır. İşte, ben onlar kadar kayıtsızdım.” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

Heathciff, Uğultulu Tepeler’e geldiği ilk günden beri babası olarak gördüğü Bay Earnshaw ve Catherine dışında kimseden gerçek bir sevgi görmez. Özellikle evin oğlu Hindley, Heathciff’e bir zavallı gibi davranır ve onu derhal üzerine basılıp ezilmesi gereken bir böcek gibi görür. Evdeki yerinin hizmetçilerle denk olduğu Hindley tarafından sürekli kendisine hatırlatılır. Bakmakla sorumlu olduğu ahırdaki atlar bile kendisinden daha önemlidir; çünkü o atlar soyludur, bir türü bir ailesi vardır ama Heathciff öyle değildir.

Heathciff, tüm bu karanlıkların içinde tek ışık olarak daima Catherine’i görür. Onun kendisine hiç kopmayacak bir bağ ile bağlı olduğuna inanır. Ruhunun eşi ve kalbinin atabilme sebebi olarak gördüğü Catherine’nin de kendisini dışlaması ve Edgar’ın ruhunu ve varlığını daha üstte görmesi Heathciff’i paramparça eder ve Heathciff, tek söz etmeden Uğultulu Tepeler’den ayrılır. Üç yıl sonra büyük bir servete sahip olarak ve içindeki merhamet kapısını sonsuza kadar kapayarak yeniden döner. Kapanan merhamet kapıları yerini nefrete ve intikama açılacak kapılara bırakır. Kendisini aşağılayan, ezen, laflarıyla ve bakışlarıyla acımasızca kırbaçlayan ve yok sayan herkes bu kapılardan ilk girecek isimler olacaktır.

Bu sırada Edgar Linton ile evlenmiş olan Catherine, Heathciff’in dönüşüyle adeta sarsılır. Heathciff’e olan tutkuları asla azalmamıştır. Ayrıca tam bu duygularla boğuşurken hamile olduğunu öğrenir. Heathciff ve Edgar arasında gidip gelen kalbinin aslında sadece Heathciff için attığını anlar ama artık iş işten geçmiş olur, bedeni giderek yorgun düşer, yaptığı seçimin yanlışları göğsüne bir diken gibi batmaya başlar ve kızını doğururken ölür. Ölürken dilinden dökülen tek kelime ise “Heathciff” olur.

Bütün dünya korkunç anılarla dolu… Nereye baksam onun yaşamış olduğunu ve benim onu yitirdiğimi görüyorum.” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

ÇÜRÜME RUHTA BAŞLAR VE TÜM BEDENE YAYILIR

Heathciff, intikam oklarının en keskin olanını Hindley’ye savurur ve kumar batağına düştüğü akşamlardan birinde; küçükken ona sadece hizmetçi odalarından birini layık gördüğü Uğultulu Tepeler malikânesini elinden alır ve oranın yeni sahibi olur. Catherine’i kendisinden çaldığına inandığı Edgar’ı da kız kardeşi ile evlenerek cezalandırır. Isabella Linton bu evliliğin bir peri masalı olacağına inanır ama yaşamının en acı ve keder dolu günlerini Heathciff’in kollarında geçirir.

Heathciff, annesinin ölümüne sebep olduğu için, Catherine ve Edgar’ın kızları Cathy’den de nefret ediyordu. Onun varlığına asla katlanamıyordu. İçinde büyüyen ve asla durmayan nefret tohumlarını bu defa da Cathy için ekti. Cathy’i zorla Uğultulu Tepeler’e getirdi ve ona orada annesinin doğup büyüdüğü evde en acı, en mutsuz ve en gözyaşları ile dolu günlerini yaşattı. Cathy, bir beyaz gül gibiydi; saf, parlak ve canlı ama Heathciff ve onun önlenemez intikam duygusu yüzünden günden güne soluyordu.

Isabella, büyük umutlarla evlendiği ve mutlu bir geleceğe yürüdüğünü sandığı evliliğinde sayfaları sadece kendisine iğrenerek bakan ve ufacık bir sevgi kırıntısını bile kendisine çok gören bir adamla doldurmuştu. Bu sayfalarda ona umut veren tek şey oğlu Linton’un varlığı olmuştu ama Heathciff’in kendi oğluna bile acıması yoktu. Heathciff, geçmişte kendisine nasıl davranıldıysa öz oğluna da aynı öyle davranıyordu. Ne babalık onu yumuşatıyordu ne de kendisine merhamet dolu gözlerle bakan sevgiye aç bir çocuk… Linton da giderek babasına benzedi, içindeki sevgi boşluğunu nefretle doldurdu, hayata karşı sözleri hep sert ve acımasız oldu. Çünkü bir insana sürekli “Sen bir hiçsin” dersen o da kocaman bir hiçliğe dönüşür ve bu aidiyet duymadığı halde üzerine giymek zorunda kaldığı hiçliğin acısını çevresindeki herkesten çıkarır.

Ben yirmi yıldır kayıp bir çocuğum…” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

Uğultulu Tepeler’de günler geçiyordu, mevsimler geçiyordu, hayat akıp geçiyordu ama Heathciff’in insanlara ve hayata olan nefreti hep aynı yerde duruyordu. İçinde asla kabuk tutmayan bir yara vardı ve Heathciff bu yaranın en çok başkalarını kanatmasını istiyordu.

O, asla bana ait değildi ama onu kaybetmek kalbimi kırdı.” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

İÇİMİZDEKİ MEZARLAR VE YÜZÜMÜZE YANSIYANLAR

Heathciff, Catherine’nin yokluğuyla başa çıkamaz hale gelmişti. Ne bir şey yiyor ne de yaşama ayak uydurabiliyordu. İçindeki intikam ateşi bile adeta buz kesmişti. Sanki Catherine, tepenin ardındaki kilisenin bahçesinde değil kendi içinde gömülmüştü. Geceleri esen rüzgârla beraber odasından çıkıyor, sanki kavuşmak için yanıp tutuştuğu birine doğru koşuyordu. İlk olarak içini terk eden insanlık, vücudunu da terk etmeye başladı; yüzü bir mermer kadar beyazlaştı, gözleri bir çukurun içine gömüldü. Heathciff, gecenin alacakaranlığıyla ortaya çıkan bir vampire dönüşmüştü, sevdiği kadının hayaletine bağlanmış, hayatla tüm bağlarını koparmış bir vampire…

Catherine Earnshaw, ben yaşadıkça rahat yüzü görme! ‘Beni sen öldürdün’ dedin, öyleyse peşimi bırakma! Öldürülenler, ölülerin peşini bırakmazlar. Yeryüzündeki dolaşan hayaletler olduğunu sanıyorum, biliyorum bunu. Yanımdan hiç ayrılma. Hangi biçime girersen gir. Beni çıldırt, yalnız içinde seni bulamadığım bir uçurumun dibinde beni yalnız bırakma. Of, tanrım! Anlatılamaz bu. Canım olmadan nasıl yaşarım, ruhum olmadan nasıl yaşarım?” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

UĞULTULU TEPELER, VAMPİRİZM VE ALACAKARANLIK

Güneşin tamamen battığı ve havanın karanlığa kestiği anlarda ortaya çıkan, insanlara saldırıp onların kanlarıyla beslenen mitolojik yaratıklar olan vampirlere; edebiyatta da sıklıkla rastlarız. Emily Brontë, romantizm ve bireylerin toplumdan izole olma devinimi ile başladığı ‘Uğultulu Tepeler’ romanını giderek daha gotik ve daha karanlık bir hale getirmiş, ilk olarak bir insan formunda karşımıza çıkan bir anti-kahramanı romanının sonuna doğru, sevgilisinin hayaletine ulaşabilmek umuduyla bir vampir formuna dönüştürmüştür. Yazar, bu formu açık bir şekilde anlatmaz ya da Heathciff’in nasıl bir vampir olduğunu tam anlamıyla betimlemez. Bunu okuyucusunun karanlık hayal gücüne bırakır ve kitabın sonunda tepelerdeki insanların iki âşığın bambaşka hallerde olsa da sonunda birbirlerine kavuştuklarını ifade etmesi, okurun bu hayal gücünü destekler.

Ruhum mezardayken bedenim yaşamış ne yapayım…” (Emily Brontë, Uğultulu Tepeler)

Sonunu vampirizme bırakan bu sarsıcı aşk hikâyesi, zamanları ve çağları aşarak başka hikâyelere de ilham olur. Yayınlandığı yıl büyük ses getiren ve benim de büyük bir zevkle okuduğum ‘Alacakaranlık’ serisi, vampir bir erkekle genç bir kızın aşkını anlatan bir roman serisi gibi görülse de serideki karakterler bize Uğultulu Tepeler’deki insanları hatırlatır.

Serinin başkarakteri vampir Edward Cullen; Edgar Linton’dur. Edward da Linton gibi ince ruhlu, kültürlü ve sevdiği insanları korumak için kendinden bile vazgeçebilen biridir. Serinin de mükemmellikle ve kabul görmüş ahlaki eylemleriyle yoğrulmuş kahramanıdır. Bella’yı yerine başka hiçbir şeyi koyamadığı bir sevgiyle sever. Hep gece yarısında atan kalbi, Bella sayesinde güneşe ulaşır…

Isabella Swan, Catherine’nin ne istediğini bilen ve yaptığı seçimleri sadece kalbinin sesiyle yapabilmiş halidir. Catherine, ‘Uğultulu Tepeler’de mutlu bir sona ulaşamaz ama Bella için sonsuza kadar sürecek mutlu bir son olur. Bella, Catherine kadar tutkulu değildir. Bu yanını Edward sayesinde keşfeder. Yazar, karakterin bu yanıyla bize Catherine’de görmediğimiz bir duyguyu hatırlatır: Cesareti…

Jacob Black ise Bella’ya yer yer bencilce ve Edward’a göre daha coşkun hislerle bağlı bir anti-kahramandır. Heathciff’teki ani öfke patlamaları Jacob Black karakterinde de görülür ama bu öfke serideki yerini zamanla sevgiye ve daha yumuşak bir tabiata bırakır. Heathciff, yaşarken hayatının aşkına ulaşamaz ama Jacob, büyük bir özlemle beklediği hayatının aşkını serinin sonunda bulur ve bu noktada ilhamını aldığı anti-kahramandan farklılıklar gösterir.

Üç şeyden emindim. Birincisi, Edward bir vampirdi. İkincisi, bir yanı benim kanıma susamıştı ve bu yanının bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordum. Üçüncüsüyse, koşulsuz ve geri dönülemez biçimde ona âşık olmuştum.” (Stephenie Meyer, Alacakaranlık)

KORKARIM, AŞKIMIN ŞİDDETİNDEN

Bizi kendimizle ilgili hiç bilmediğimiz yollara çıkaran bazı hikâyeler vardır ve bu hikâyeler yaşamımızda derin izler bırakır.Uğultulu Tepeler’, hikâyesiyle, karakterleriyle, anlatımındaki insanın tüm duygularına yakın oluşu ile bende kaleme dökülecek izler bırakmayı başardı ve beni vampirler ile dolu kitaplarıma tekrar döndürdü. Sizlere gelecek yazılarımdan birinin vampir teması –‘Alacakaranlık’ serisi de tüm detaylarıyla size anlatacağım hikâyelerden biri olacak – ile olacağı müjdesini verirken herkese tutkuyla, yüreğinden dolup taşacak bir sevgiyle ve tabii ki cesaretle peşinden gideceği gerçek bir aşk dilerim.

Aşkta mantık yoktur. Birini ne kadar çok severseniz her şeyin daha az anlamı olur.” (Stephenie Meyer, Alacakaranlık)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar