YAZI
-ADANA-
Bir çırpıda kalbinden, bir ömürde bilincinden dökülen bu satırları, pencerenin hemen yanı başına koyduğu sandalyesine oturarak sesli okumaya başladı, şehir duysun istiyordu.
“Her şey söylenmiş, her şey yazılmış, her şey yaşanmış ve bitmiş gibi beklentisiz, heyecansız geçti günlerim. Bir gün ertesi güne o kadar benzedi ki zaman algım ortadan kalktı. Dikkate alınmaz hayatların yaşandığına ve dikkate alınmaz ölümlerin gerçekleştiğine tanık oldum. En büyük tuzak, bu şehrin kendine özgü dinginliğiydi, susturan, sakinleştiren, ölgünleştiren bir dinginlik.”
Akşam olmak üzereydi, şehrin ışıklarının yandığı, günün siyah kostümünü henüz giymediği bu zaman dilimini çok seviyordu. Bir parçası olmak istedi. Bıraktı yazısını okumayı, bir sigara içmeliydi. Sigarayı en son nereye sakladığını düşündü. Bir yerlere zula yapma konusunda eski becerisi yoktu. Yardımcı kadın, kız kardeşinin talimatlarına harfiyen uyuyor, zula yapabileceği gizli yerleri araştırıyor ve buluyordu. Anlamıyorlardı, hüzünle harmanlandığı anda içemediği bir sigaranın kendisini daha çok hasta ettiğini. Karanlığın hâkimiyeti başlamıştı, artık yüksek sesle okumasının bir manası yoktu, evine çekilmişti şehir. Yazısını artık içinden okuyacaktı, pencerenin yanından ayrılıp peluş koltuğa gömülerek oturabilirdi, şehrin harnup kokusunu sindirmiş koltuğuna yaslanarak devam etti okumaya.
“Büyümeyen şehir, bir yandan kasaba ruhu taşır, öte yandan büyük şehirlere öykünürcesine genişler. Şehir havasında bir taşra olarak varlığını sürdürmeye devam eder. Büyümekle genişlemek arasındaki fark, şehrin sosyal inşasında ve hayatınızda ortaya çıkar. Kendi irademle inşa edemediğim hayatımın on yedinci yaşının bahar ruhu yerini sonbahara teslim etmiş, sağlıklı tomurcukların enerjisi hastalıkların yarattığı halsizliklerimle yer değiştirmişti. Bu süreçte benim için belki de en önemli iyileşme, genişleyen şehirde kalmanın yarattığı kasvetin içimden düşmesi oldu. Bunalımlarımın yerini sessiz bir uyum, bir kabulleniş aldı. Her şeyin ilacı olan zamanın, tedavi etmeyen, hastalıkla yaşamayı öğreten gücünden payımı aldım ben de.
Modernlikle muhafazakârlık arasında sıkışmış bir ailenin kızı olmaktı değişmez yazgım. Benzer değerlere sahip ailelerin kızları anlar beni en çok. Aynı şehirde, aynı mahallede sıkışmış kalmış ailem, akrabalarım, benzer değerlere sahip aileler ülkenin siyasi şartlarına uyum göstererek yaşadılar çoğu zaman. Yetinmeciliği seçip görev insanı olmayı yeğlediler. Korku duygusuyla kıssadan hisse çıkaran bir tutum içinde, yönetenlerin ve yönetimi zorla ele geçiren darbecilerin yaptıklarını bir sessizlik içinde karşıladılar, ne alkışladılar ne de karşılarında yer alanların yanına yanaştılar. Uyumun ılımlılığı içinde konuşmadan korunmanın bir yol olduğunu, kimliklerinin tarihsel yazgılarıyla öğrenmişlerdi. Kıyıma uğramaktansa biatı seçerek korudular varlıklarını. Çocuklarına da konuşmamayı, kabullenmeyi, sunulan bardağın daima dolu tarafını görmekle yetinmeyi öğrettiler. Öğrendikleri sessizlik, yazgıları oldu çocukların.
Şimdi ellisini geçmiş hayatımda yine bu yazgının içinden bir yerden yazıyorum. Bir gün unutulursam diye değil, yazgıyı yaratan koşullar unutulmasın diye yazıyorum; bu koşullar her düzeyiyle hatırlansın diye. Toplumda ve bireyde oluşan hasar türleriyle ilgilenenlere küçük, kendi ruhuma büyük katkı olsun diye yazıyorum.
Kitapları okumayan ancak seven, kitaplara saygı duyan anneler, babalar, dayılar, teyzeler, halalar vardı mahallede. Komşular, bakkal amcalar, terzi teyzeler vardı. Kitapları severlerdi, okumasalar da. Temiz insanlardı. Bu temiz insanlar sevdikleri ama okumadıkları kitapları gün gelip yaktılar sobalarda. Çok üzülmüştü çocuklar yakılan her kitap için, çok kızmışlardı. Çok kızmıştım ben de, kırılmıştım. Çok değil, darbeden yaklaşık bir yıl önce, ‘Kitapsız büyüyen çocuk susuz ağaca benzer’ sözünü değerlendirmek üzere düzenlenen ilkokullararası bir kompozisyon yarışmasında birinci olmam, kırılmışlığımı büyütüyordu. Kitapları sevdikleri halde yakmak zorunda kalanları anladığım zaman, yakılan her kitapla hapislerde, işkencelerde kırılmaktan, genç yaşta asılan olmaktan korunmuş olduğumu da anladım. Korku dağının altında bin bir şekilde kalırmış insan; modernlikle muhafazakârlık arasında sıkışanlar da sinerek, uyumlu olarak, kendi sınırlarını kendileri çizerek kaldılar, şerli olana sessiz kalmanın hayrı doğuracağına inanarak kaldılar. Kitapları okumasa da seven bu aileler, çoğunlukla kız çocuklarını uzağa göndermeden şehrin sınırları içinde okutmayı seviyorlardı. Okusunlar, aydınlansınlar ama evin dışındaki etliye sütlüye karışmasınlar istiyorlardı. ‘Oku ama ülke meselelerine karışma’ tembihleri ile her gün okula yolcu edildim. Hatta kız çocuğu olarak, ‘Hiçbir şeye karışma, sunduklarımızı al, kabullen, okula gidebilme şansını tepme’ denilerek şanslı olduğum duygusunu her gün bir kolye gibi astılar boynuma. Lisede edebiyat bölümünde okumayı çok istememe rağmen dönemin eğilimi fen bilimleri okumayı işaret ettiği için, daha doğrusu darbe sonrası edebiyat ve beşeri bilimler (insan bilimleri) ülkede değersizleştirildiği için fen ve matematik bölümünde okudum. Orta dereceyle mezun oldum. Biliyordum, edebiyat okusaydım, sosyal bilimler okusaydım iyi dereceyle mezun olacaktım. Dönemin, şehrin, mahallenin, ailenin işaret ettiklerine göre belirlendi eğitim yolculuğum. İsteklerimi ve hayallerimi bastırdım. Gazetecilik okumak isterken, hem de çok isterken kimya okudum. Elbette insanın kendi isteğiyle çıktığı yol daha iyi yere vardırır insanı ve elbette düzenin işaret ettiği yolda yürürseniz tükenirsiniz. Düzen içinde tükenir, kendiniz olabilmenin dayanılmaz güzelliğine özlem duyarak geçirirsiniz hayatı.”
Kanepeye uzanma zamanıydı, geçmişi şimdiki gözlerden görme çabası yorucuydu. Kapanan gözlerinde yarım kalmış aşklarını uyuturdu eskiden, şimdi her şeyi uyutuyordu, dinlendiriyordu göz kapaklarının içinde. Yaklaşık iki saat uyumak yetti gerekli enerjiyi toplamaya. Bir bergamotlu çay eşliğinde ısınmak da iyi gelecekti, mutfağa geçtiğinde uzaktan gelen bir ninni gibi sabahın sesi geliyordu. Sıcacık çayın buğusunu içine çekerek tekrar döndü yazıya.
“Geç aydınlanmanın ışığında, hayatımla aydınlandığım konular arasındaki mesafeyi yürümek imkânsız artık benim için, biliyorum. Yarım kalan her duyguyu tamamlamak da, geliştirdiğim düşünceleri hayatıma uyarlamak da imkânsız. Bir sessizliği kırmak istiyorum sadece. Hiç olmazsa içimde benimle tutunan yaşanmışlıkları, hissedişleri dışa vurmayı, yapamadıklarımı nedenleriyle görmeyi ve dillendirmeyi başarayım diyorum. Bu yazıyı bu nedenle, kendi küçük hayatımda sessizliği kırmanın bir girişimi olarak kabul edebilirim. Bir kelimeyle de olsa ses vermek gerektiğini, hatta kelime olmak gerektiğini düşünüyorum. Kelime olmak istiyorum şu anda, masada, pencerede, şehrin üstünde. Aslında aynı hikâyenin kelimeleriyiz hepimiz. Vurgusu yerinde ya da değil, süslü ya da sade kelimeleriz. Bir araya gelişlerimiz cümleleri, cümleler toplanarak hikâyeyi oluşturmakta. İyi hikâyeler, iyi kelimelerin doğru bir şekilde bir araya gelip güzel cümleler oluşturmasından, kötü hikâyeler de tersine kötü kelimelerin yanlış bir şekilde toplaşmasından ve kötücül cümleler oluşturmasından doğar.
Orta ikide sınıfımızda geçen bir kötü hikâyenin, bu yaşta benim için ne kadar anlatılmaya değer, ne kadar yazılaştırmaya değer olduğu, bittikten sonra kendimi nasıl hissedeceğimle belirlenecek. Hikâye orada bulunan herkese dairdi ancak herkese ait olmadı. Bazıları etkileyen, bazıları etkilenen, kimi de kaçan, uzak duran ya da söylenmeyen kelimeler olarak kaldı yıllarca.
Bu kötü hikâye, sosyal bilgiler öğretmenimizin, havanın kararmasına denk gelen dersi başlatmak üzere, lambayı yaktığı anda, elektik düğmesinin hemen altına kondurulmuş olan yazıyı fark etmesiyle başlamıştı. O ders günü, derslerimiz son ders hariç derslik dışındaki ortamlardaydı. Bugün gibi hatırlarım, ilk iki ders beden eğitimi için bütün sınıf bahçede, sonraki iki ders kızlar ev işi atölyesindeydik, erkekler iş-teknik atölyesindeydiler. Sonraki bir ders fen dersi laboratuvarında, bir ders müzik salonunda işlenmekteydi ve son ders sınıfın yolunu tutardık. Kimimiz oturmuş, kimimiz henüz ayakta, cıvıl cıvıl bir giriş yapmıştık yine sınıfa ve sınıfa giren öğretmenimizin, lambayı yakmak için elektrik düğmesine yönelmesine hiç aldırış etmemiştik. Son sekiz haftadır aynı günde, aynı ders programında, sakin, rutin hikâyeyi oluşturuyorduk hep birlikte. Fakat bu ders günü (o gün), elektrik düğmesine dokunan ve lambayı yakan öğretmenimiz, dünyanın en tehlikeli, en korkunç yaratığıyla karşılaşmış gibi korkunç bir yüz ifadesiyle sınıftan dışarı koştu. Sınıf defterini öğretmenimize uzatırken defteri almak yerine hızla sınıftan dışarı doğru çıkan öğretmenimizin arkasından bakakaldım önce, sonra sınıfa dönüp ‘Susun, yerinize oturun, konuşanları yazacağım yoksa’ diye bağırmaya başladım. Okula yeni atanmış, törenlerde çok sert tavırlarına tanık olduğumuz müdür yardımcımızla beraber öğretmenimiz sınıfa döndüğünde, benim bağırmakla sesimi yutmam bir oldu, sınıfımızın tamamının da öyle. Sınıf başkanı olduğum için ben ayaktaydım, bütün sınıf yerine oturmuştu. Neler olup bittiğini anlamak üzere öğretmenimize ve müdür yardımcımıza bakmaya başlamıştık. Elektrik düğmesine yöneldi müdür yardımcımız ve birden tek ayağının üstünde kendi etrafında dönerek sınıfa seslendi.
‘Bu yazıyı kim yazdı, hemen ayağa kalksın.’
Sıralarında pısmış arkadaşlarım tarafından yazının görülmesi mümkün değildi. Ben daha yakındım elektrik düğmesine, yine de okuyamıyordum.
Müdür yardımcısı ısrarla ‘Bu yazıyı diyorum, bu yazıyı kim yazdı, çabuk söylesin’ diyordu, hatta demiyordu, kükrüyordu.
Sınıftan çıt çıkmıyordu.
‘Peki, öyleyse ben söyletmesini bilirim.’
El işaretiyle beni çağırdı.
‘Mademki başkansın, sen bilmelisin kimin yazdığını.’
‘Söyle bakalım, kim yazdı bu yazıyı?’
Donmuş şekilde müdür yardımcısına baktığımı, yazıya bakmaktan korktuğumu hatırlıyorum. Birden yerimden sıçradığımı da. Müdür yardımcısı ayağını yere sert bir şekilde vurarak, ‘Ne bakıyorsun, aval mısın?’ diye bağırmaktaydı. Yazıya bakmaya korkuyordum. Ne yazıyor olabilirdi bu kadar sarsıcı, bu kadar korkunç?
‘Bilmiyorum’ diye cevap verdim.
Hâlâ sabit bir ifadeyle müdür yardımcısına bakıyordum, o da gözünü sınıfta dolandırıyordu, ‘Ayağa kalkın’ dedi, ‘tek tek gelecek, bu yazıyı okuyacak ve sorduğum soruyu cevaplayacaksınız, yoksa!’
‘Yoksa, yoksa, yoksa!’ diyordum içimden ve yine donmuş olarak müdür yardımcımızın yüzüne bakıyordum. ‘Sen başla’ diye pencere tarafındaki sırada oturan arkadaşa işaret etti, artık sırasıyla kalkılması gerektiğini hepimiz biliyorduk. İlk kalkan arkadaşım tam ‘Dev’ diye okumaya başladı ki ‘İçinden oku’ diye bağırdı müdür yardımcımız. ‘Dev’ sözünü duymuştum, bir rahatlama hissettim, ne güzeldi, aklıma hemen masallar geldi. Fakat nasıl olur da masal kahramanı bir dev bu kadar korkunç olabilirdi.
Korkutmak, sindirmek, bağırmak, sert ve kaba olmak bir eğitim meziyetiymiş gibi davranıyordu müdür yardımcımız ve belli ki ‘Dev’ kelimesinden ölesiye nefret ediyordu. Nefretini, korku gücüne çeviriyor ve korku gücü zehirlenmesi yaşıyordu. Sınıfımızsa cıvıl cıvıl olmaktan sinikleşmeye doğru bir başkalaşım geçiriyordu. Hepimizin ellerine vurdu sopayla, ikişer defa. Sonra beni sınıf başkanı olduğum için tahtanın önünde durdurttu. Biraz yumuşamıştı sanki!
‘Söyle bakalım, bu sınıfta kim yazdı bu yazıyı?’ diye sordu tekrar.
‘Bilmiyorum’ dedim ve ‘Sınıfta değildik’ diye ekledim.
‘Ne demek sınıfta değildik, dışarıda ne işiniz vardı?’ diye sorarken tokat attı yüzüme, sınıfta olmayışımızın nedeninin ders programı olduğunu dinlemedi.
Dinlemek, kendisinin korkutan cesaretini kıracak gibiydi. Tek tek baktı her birimizin yüzüne, uzun uzun baktı. Biz bakamıyorduk kendisinin yüzüne öyle. Gözlerimi kaldırdığımda gördüm ki sosyal bilgiler öğretmenimiz de bakamıyordu müdür yardımcımızın yüzüne. Eğitime geç yaşta başlamış, bizden bir yaş daha büyük bir öğrenci vardı sınıfımızda. Çocuktuk ya, adı bizi hep güldürürdü. Düzgün’dü adı. O da bizim gibi bakamıyordu, bizim gibi korkuyordu. Bize, her birimize uzun uzun bakan müdür yardımcımız bakışlarını Düzgün’de sabitledi. Sonra sosyal bilgiler öğretmenimiz de bakmaya başladı Düzgün’e ve hepimiz, bütün sınıf ona bakmaya başladık. Sanki artık her şey ona bakıyordu, sınıfta bulunan ne varsa; yazı tahtası, sıralar, Atatürk portresi, bayrak, yerküre, tarih atlası, çöp sepeti… Sabitlenmiş bakışlarıyla Düzgün’ün yanına gitti müdür yardımcımız. Öğretmen sıfatıyla değil asker edalı adımlarla gitti, ‘Hadi söyle, hadi itiraf et’ diyerek yumruk attı yüzüne.
Düzgün, ‘O yazı ne ki, ben yazmadım, ben derslerimden başka bir şey yazmadım, ben yazmadım’ diye acılı bir çırpınıştaydı.
Müdür yardımcısı ceketinin yakasından tutarak, sıralara çarpa çarpa sınıftan dışarı sürükledi Düzgün’ü. Diğer müdür yardımcısı da yardıma gelmişti meslektaşına. Bizden hâlâ çıt çıkmıyordu. Sosyal bilgiler öğretmenimiz, ‘Gelecek hafta için yeni bir ödev vermeyeceğim, bu haftanınkini tekrar edin’ dedi. Zil çaldı, ders bitmişti, her zamankinden çok daha hızlı boşaldı sınıf. Kitaplarımı ve çantamı topladıktan sonra, sınıf defterini müdür yardımcımızın odasına bırakmak üzere öğretmen masasından aldım ve lambayı söndürmek için elektrik düğmesine basmadan, hızla, çok büyük bir suç işliyormuşçasına duvardaki iki kelimelik yazıyı okumayı tamamladım. Düzgün’ü bulan müdür yardımcımız bana okutmayı unutmuştu, zaten Düzgün’ü tuttuktan, onda karar kıldıktan sonra, diğer sıradakilere okutmaya gerek duymamıştı.
Eve gider gitmez, annemle babama bu olayı anlattım, sustular, gözlerindeki üzüntüyü sezmek bana düştü. Yıllar sonra anladım ki, korkunç olan yazı değildi. Korkunç olan bu yazıyı ilk öğrenme biçimimdi. Devletin, devlette kabul görmüş, devletçe makbul, bu müdür yardımcısı gibi yardımcıların kendilerince sorun olarak gördükleri bir meseleyi çözme biçimiydi. Düzgünlerin acı akıbetleriydi en korkunç olan. Sınıftan o gün, sürüklenerek götürülen Düzgün’den haber alamadık bir daha ve ben sessiz harflerin baskın olduğu bir kelimeden ibaret olarak yaşadığım bu şehirde, onu hep hatırladım.”
Sabah olmuştu okumayı bitirdiğinde, yazdığı kadarını gözden geçirmiş, düzenlemek istediği yerleri de işaretlemişti. Yazıyı tamamlamak günler alacaktı, biliyordu. “Genişleyen şehirde, oyalanma üretmeye karşın daha güçlüdür” cümlesini yazdı yeni sayfaya ve bıraktı kalemi. Pencereye yöneldi, elinde sigara varmışçasına iki parmağını tuttu, içiyormuşçasına derin bir nefes aldı, biraz daha genişlemek üzere şehir evden çıkmaktaydı.