HATIRALAR
-AYDIN-
24 Ocak 1993 Pazar günü ortaokul 3’üncü sınıftaydım. Ertesi gün coğrafya yazılısı var. Oldum olası sevmiyorum coğrafya dersini. Anlayamıyorum, anlayamadığım bir şeyden sınav yapacaklar. “Coğrafya kader” diyor birileri hep. O yaşta, bunun ne manaya geldiğinden de habersizim. Salondan bir ses geldi. Annem ve babamın sesi. “Çok yazık oldu!” 24 Ocak 1993, saat tam 13.30. İnsan, 31 yıl önceki saati hatırlar mı? Hatırlar.
Hatırladığı hatıraları var insanın, aile var tam orta yerinde, merkezinde.
7 Mayıs 1975’te Uğur Mumcu ve Güldal Mumcu nişanlanıyor, 19 Temmuz 1976’da evleniyorlar. Nikâh şahitleri Bülent Ecevit. 1977’de oğulları doğuyor. İsmi Özgür. 1981’de kızları doğuyor, ismi Özge. Özgür ismi, özgürlükten; Özge de özü sözü bir olandan geliyor.
Güldal Mumcu anlatıyor.
Diyor ki:
“Uğur müthiş bir sevgi dolu yapıya sahipti. Kıyamama duygusu, çocuklarına müthiş bir sevgi beslerdi. Kendinizi onun yanında sürekli korunuyor ve kollanıyor duygusunda hissederdiniz. Bize karşı son derece sevecen ve ılımlıydı. Mesela iş konusunda çalışma arkadaşlarının zamanında iş yetiştirmemeleri, sorumsuzca davranılması onu öfkelendirirdi. Bunu bile uygun bir şekilde söylerdi kendilerine.”
“Münir Nurettin Selçuk’u dinlemeyi severdi. Bir de klasik Batı müziğindeki bazı eserlerin piyano versiyonlarını dinlerdi. Evde müzik vardı. Özgür gitar dersi alırdı, Özge de piyano çalardı. Uğur’un çok hoşuna giderdi. Suikastten sonra çalmayı bıraktı Özge. ‘Niye çalmıyorsun, kızım?’ diye sorunca ‘En büyük dinleyicimi kaybettim’ demişti.”
Ailece yapmaktan keyif aldıkları şeylerden bahsediyor Güldal Mumcu, eşi için, o öldürüldükten bir yaz sonra yazdığı ‘İçimden Geçen Zaman’ kitabında. Sözlerin öldürülmesinden bir yaz sonra… “Biz,” diyor, “o yaz Uğur’un düşünü gerçekleştirdik. Düşler insan ömrüyle sınırlı değildi nasıl olsa.”
“Pazar günleri balık yeme rutinimiz vardı. Dışarı fazla çıkmazdık. Genelde bir şeyleri kutlamak için dışarıda yerdik. O zaman da pizzacıya giderdik. Okullar kapanır kapanmaz Ayvalık’a tatile giderdik. Uğur oradan yazardı. Bir de onun tabii bir aylık tatili vardı. Biz hep tatildeyiz, o bir ay diye takılırdım Uğur’a. Denize girer, yazı da yazar ama tabii görüşmelerini tatilde de olsa hep yapmak durumunda kalırdı.”
“Eğer Ankara’da isek hep gerçekleştirdiğimiz mezar ziyaretlerinden sonuncusunda annesinin, babasının ve Muammer Aksoy’un mezarını ziyaret ettik. Ağır ağır yürüyorduk. Birden durdu Uğur, ‘Ben öldükten sonra mezar taşıma ‘Vurulduk ey halkım, unutma bizi’ diye yazılmasını istiyorum’ dedi. İçim ezilmişti. ‘O nasıl istek! İnsan ancak öldürülürse öyle yazılır’ dedim. ‘Nasıl bir son olur ki?’”
‘İçimden Geçen Zaman’ı şöyle anlatıyor Güldal Mumcu:
“O kadar çok şey yaşadım ki… Yaşadıklarımı tarihe not düşmek için ‘İçimden Geçen Zaman’ kitabını yazdım. Bir suikast ile öldürüldü Uğur. Yine de umudu yitirmemek lazım. Umut yitirildiğinde bu hayattaki mücadele gücümüz de yok olur. Korkmamak, yılmamamak, susmamak lazım. Ve elbette isyanını dirence, öfkesini sorgulamaya dönüştürmeli insan. İnsan olmak denilince bunu söylerim.”
“Ve bu mezarlık ziyaretinden birkaç ay sonra da… 1992 yılının sonbaharında, bir sabah… Uğur gazeteleri okumuş, ayakta duruyor. Ben yine bordo koltuktayım. Birden, ‘Güldal,’ dedi, ‘bunlar beni öldürecek’…”
Milyonları sokağa döken olay, 24 Ocak 1993 Pazar günü, saat tam 13.25’te yaşandı. Ülkemizde araştırmacı gazeteciliğin öncüsü, Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi, demokrat bir Türkiye’nin yılmaz savunucusu Uğur Mumcu, arabasına konan bir bomba ile inandığı değerler uğruna öldürüldü.
Güldal Mumcu, o günü şöyle anlatıyor:
“Ev sakinleşince ablamla birlikte camın önündeki bordo koltuklara oturduk. Sis ne zaman bastırmıştı bilmiyorum, ama yoğundu ve şehir görünmüyordu. Sis bulutunun arkasındaki şehre bakarken sanki sis bizi de içine alıyordu. O gece uyumadım. Şimdi neler konuştuğumuzu tam olarak anımsamıyorum. Öylece koltuklarda oturan halimiz ve camın dışındaki sis perdesi gözümün önüne geliyor. Bir de ara ara içeriye gidip çocukların odalarında dolaşırken peşimi bırakmayan bulut… Uğur’u sonsuzluğa uğurladığımız günün ertesinde kar her tarafı kaplamıştı. Beyaz bir sessizlik şehri sarmıştı sanki. Pencerenin önündeki bordo koltuğa oturdum. Şehrin karla kaplı sessizliğine baktım. Hayatımda yeni bir dönem başlıyordu.”
“Maltepe Camii’nin önüne ulaştığımızda kalabalık akıl almaz boyuta ulaşmıştı. İnsanlar, aralarından su sızmayacak bir şekilde yürüyorlardı. Cenaze arabası durdu. Tabutu eller üstünde alıp güçlükle caminin avlusuna taşıdılar. Avluya girmek imkânsız gibiydi. Bizi avluya sokabilmek için ‘Ailesi geliyor, yol açın, lütfen’ diye bağırıyorlardı. Bu sesleniş, çocukları da beni de çok rahatsız etmişti. Bir tuhaf olmuştuk. ‘Lütfen, öyle bağırmayın’ dedik. Güçlükle ilerlerken bir adam, gözlerinde hüzün, kısık bir sesle, ‘Biz de ailesiyiz’ dedi. Gözlerim onun gözlerine takıldı bir an. Gerçekten yalnız olmadığımızı, işte o bir anda gördüm.”
Uğur Mumcu, karanlığı aydınlatan yüzümüzdü, karanlığa sebep olanlardan hep daha çok yaşayacak. Onun dediği gibi:
“Biz unutkan bir ulusuz. Unutuyoruz olup bitenleri. Unutuyoruz oğulları kızları ölen ana-babaları. Unutmayalım, unutturmayalım!”
Uğur Mumcu’yu hiç unutmayalım, unutturmayalım.