GÜNEŞ VE GÖLGE
-İZMİR-
“Karmaşık bir yumağı çözmek isteyen, ipleri düşüncesizce çekiştirmemeli.” – Sun Bin
Bir kadın, pencerenin önündeki masasında oturmuş elindeki kurşun kalemle bir şeyleri not ediyordu defterine. Kış güneşi gözünü alınca rahat çalışamayacağını düşünüp krem rengi saten güneşliğin bir ucunu tutup az çekti, tümüyle kaçırmak istemiyordu ışığı. Yazmaya, not etmeye devam etmek için defterine eğildi. Pencere camından bir ses geldiğini hissedip cama çevirdi başını. Çıtırtı sesi kelebeğin cama çarpması gibiydi. Yanılmıştı! Kayısı ağacının kuru dallarında kalan iki sararmış yaprağın cama çarpması, ışık gölge oyunu olmuştu. Son yapraklarını döken ağacın vedasıydı bu.
Sonra arka arkaya üç gün yağmurlar yağdı. Yağmurlar durduğunda, kayısı ağacının dallarına tutunan damlacıklar, inci çiçekleri gibi göründü. Şakacı bir rüzgâr gelip kayısı ağacının dallarına tutunmuş yağmur damlalarını bir üflemede dağıtıverdi. Ağacın buna kızdığı belliydi. Rüzgâr ona, “Ne inatçı ağaçsın sen, iki yaprağı dökmemek için bu kadar gerilmeye değer mi? Güzel olmayı seviyorsun, biliyorum, Allah için güzelsin de” diyordu. Kızdırdığı ağacın gönlünü almış, sonra da geldiği gibi kısa bir ıslık çalıp gitmişti rüzgâr.
Güzel görünmek, saygı ve sevgi görmek, beğenildiğini bilmek, hissetmek!
Eski zaman kış mevsimleri daha bir soğuk geçerdi. Çok soğuk geçen kış mevsimine denk gelen ramazan ayında bir sahur vakti bir evin kapısı çalındı. Evin erkeği, sahur için kalkıp kuzineyi tutuşturmuş, yeniden yatmaya hazırlanıyordu. O, sobayı yaktıktan sonra karısı kalkacak, sahur yemeklerini hazırlayacak, sırasıyla az önce yatan kocasını, sonra da çocuklarını kaldıracaktı. Bu evin rutini böyleydi. Adam kapıyı açtı, alacakaranlıkta bir oğlan çocuğu başı yere eğik, “Benim, amca” dedi sadece. Evin kadını kalkmıştı; ama sessiz bekledi odasında. İlk önce tanımasa da genç konuğunu, tanrı misafiri diye kim olsa buyur edecekti evine. O zamanlar, insanların birbirlerine güvendiği, insani değerlerin her kişi için önemli olduğu utanma duygusunun henüz kaybolmadığı zamanlardı.
Adam, 45-50 yaşlarında, çocuk da 14-15. Sıcak sobanın karşısındaki sedirde ısınasıya kadar ona bir şey sormadı adam.
– Şimdi söyle bakalım, gecenin alaca vaktinde sokaklarda ne işin var senin? Kavgaya da karışmışsın belli, yarın okula nasıl gideceksin uykusuz ve hırpalanmış bu halinle?
“Ben okulu bıraktım, artık bir sandıkçıda çalışıyorum, o yüzden de buradan çıktığımda doğru, ustamın yanına gideceğim” diye cevap verdi çocuk.
Bu oğlan ilkokulda kızıyla aynı sınıfta okumuştu. Çok zeki, çok gururlu, çok fakir ve çok asi bir çocuk olduğunu biliyordu adam. Kızından dinlemişti, hiç defter ve kitap almadan okumuş, okulu da birincilikle bitirmişti. Aynı öğretmende okuduğu için bütün sınıflarını, öğretmeni onu iyi tanır, üzerine gitmezdi. Sınav zamanlarında hem kalem hem de sınav kâğıdını verirdi sadece. Şimdi bu durumda olması adamı hem kızdırmış hem de üzmüştü. “Bana bak, yüzüme” diye buyurgan bir ifadeyle kararlığını gösteriyordu aslında adam.
– Derhal işi bırakıp okuluna gideceksin, ne olursa olsun okulu bırakmak yok. Bir daha iyi haber getirdiğinde bu eve ayak basabilirsin ancak. Şimdi git ve dediklerimi yapmadan gözüme görünme.
Bu olaydan yıllar sonra büyük kızını nişanlamış, düğün zamanını kararlaştırma aşamasına gelmişti o adam. Yine bir gün kapısı çalındı, adam da açtı. Biraz daha yaşlanmış ama dinç birisiydi yine de. Kapıda dikilen genç bir adam vardı. “Gözüm bir yerlerden ısırıyor” diye geçirdi içinden; ama belli etmeden eve buyur etti genç adamı. Eğilip elini öpmek istedi genç adam; ama yaşlı olan, “Estağfurullah” deyip elini çekerken omzuna iki kere sevecen dokundu konuğunun.
– Azat’ım ben, tanıdınız mı?
Yaşlı adamın mavi gözleri ışıldadı. Kısa bir an, geçmiş zaman şimdiki zaman olmuştu. “E, anlat bakalım” dedi.
– Dediğini yaptım. İşi bırakıp önce ortaokulu, daha sonra liseyi bitirdim, ardından da üniversitede matematik bölümünü tamamladım. Şimdi bir matematik öğretmeniyim.
Biraz hoşbeşten sonra Azat, “Bana müsaade, gitmeliyim” diyerek ayağa kalktı. “Okul zamanlarının dışında benim gibi öğrencilere ders veriyorum” deyip adamın elini öpmek istedi eğilerek yine; ama adam izin vermedi, omzuna vurdu elleriyle, mutlu. Hava güneşliydi, adam içinden şöyle geçirdi: “Ben güneşten doğdum demiş gölge.”