EDEBİYAT 

BİR TÜKENİŞİN VE TUTUNAMAMANIN SERENCAMI: ‘OSMAN’

Bir roman hakkında yazmaya ya da bir yazıyı kaleme almaya başladığımızda yazının giriş cümlesine karar vermek sanırım meşakkatli bir iş oluyor. Hele bu yazı sevdiğiniz yazarın romanı ise bu meşakkatlilik ve duraksama süresi biraz daha artabiliyor, şüphesiz. Ayfer Tunç benim için ayrı yeri olan yazarlardandır. Özellikle 1950 sonrası çağdaş edebiyatta fikrimce hak ettiği yerde olmayan, iyi metinler yazmasına rağmen geminin önemli ama görünmeyen çok iyi mürettebatındandır. Türk edebiyatının verimli yazarlarından olan Ayfer Tunç’un son romanı ‘Osman’, eylül ayında yayınlandı. Dünya salgın sessizliğinde daha da içlere çekilmişken sessizce yayınlandı; ama heyecanla bekleyen okurunun olduğunun farkındalığıyla okuruna selam durdu. Yazar bu eseriyle bir üçleme yazmış oldu. Üçlemenin ilk kitabı 1990’ların başlarında yazılan ‘Kapak Kızı’ (1992), ikinci kitabı ‘Yeşil Peri Gecesi’ (2010) ve bu üçlemenin son kitabı olarak da adlandırabileceğimiz ‘Osman’. Şunu da belirtebiliriz ki üçleme kitapları olsa da bu eserler birbirinden bağımsız bir şekilde okunabilirliğe de sahiptir.

Ayfer Tunç’un eserlerine isim bulmada sıkıntı yaşadığını biliyoruz; ama bu romanda kahraman ile eser ismi birbirine tam olarak oturmuş diyebiliriz. ‘Osman’, her şeyden önce başarılı bir anlatı; çünkü yaşanmışlıklardan yoğrulmuş bir metin ile karşı karşıyayız. Modern Türk edebiyatının verimli yazarı bize kitabın arka kapağında yazdığı şekliyle, “her şey olmak isterken hiçbir şey olamayan, gün gün, adım adım hem servetini hem kendini tüketen bir adamın, Osman’ın hikâyesi”ni sunuyor.

Yazar, okuru roman ile Osman’ın ölümünün başladığı yerde buluşturuyor. Osman’ın düşüş hikâyesinin başladığı sahnenin son perdesi. Sonunu başından okuduğumuz bu roman aslında bize büyük romancı Gabriel Garcia Marquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’sini hatırlatıyor. Roman, hafriyat kamyonunun Osman’a çarpmasıyla başlar. Aslında “Bu bir kaza mıdır, yoksa Osman’ın intiharı mıdır?” sorunsalı hemen kurcalamaya başlar kafamızı. Kaza öyle bir şekilde gerçekleşir ki korkunç ötesi bir durum gerçekleşir; ama bu korkunçluğun yanında hayat olağan akışına da devam eder.

Hiç. Öyle camlardan baktılar, sonra sıkıldılar herhalde, baktılar bir şey olduğu yok… İçeri girdiler. O çarpma sesinden sonraki sessizlik çok tuhaftı yalnız… Çıt çıkmıyordu sokaktan. Savcı geldikten sonra da ses falan olmadı. Öyle baktı herkes. Bir yağmur sesi vardı, bir de kedilerin, çöpün orda hırlaşıyorlardı.” (s.17)

Burada hafriyat kamyonunun seçilmesi mutlaka bilinçlidir; çünkü İstanbul’da gün geçmiyor ki bu kamyonların karıştığı kazalardan insan ölmesin. Gerçekleşen kazadan sonra insanların vurdumduymazlığı ile ön plana çıkan tavırları bizlere tam da modern yaşam denilen olgunun –bana olmamışsa önemli değil– anlayışını gözler önüne sermektedir.

Osman, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde saygın bir profesör olan baba ile babanın –Osman’ın deyimiyle– ceberutluğu yüzünden eğitim almış olmasına rağmen ev hanımı olan bir annenin iki oğlundan biridir. Çok varlıklı bir ailenin iki çocuğundan biri olan Osman iyi eğitim almış, evde tutulmuş özel hocalar eşliğinde müzik dersleri alan bir kişiliktir. Silik bir karakterdir. (Silik karakter demişken ‘Anayurt Oteli’nin Zebercet’ini hatırlıyorum.) Sanırım bu silik karakter olmasının temelinde çok sevdiği ve sıkı bağlı olduğu annesini daha küçük yaşlardayken kaybetmesi ile babasına duyduğu nefret duygusu yatmaktadır. Babası daha hayattayken gün yüzüne çıkmayan bu nefret duygusu şüphesiz ki baba ölünce de toprağın altına girmeyip Osman ile yaşamaya devam ediyor.

Seninle birlikte evimiz de öldü, biz de öldük, canlı bir hücre kalmadı artık ailemizden. Ama iyi bir şey bu, merak etme, ben çok hoşnuttum, yenilenebilirim artık. Tazelenmiş bir yılan gibi deri değiştirebilirim, eski derimi eski anılarımla birlikte senin evinde bırakabilirim.” (s.210)

Hayatta çok şey olmak isteyen ama hiçbir şey olamayan bir karakter. Çalışmayı aklından geçirmeyen, yokluğun ne olduğunu bilmeyen –babadan hatırı sayılır mirasın üzerine konan– ve hayatın hep bu varsıllık içerisinde geçeceğini düşünen Osman, rahatlıkla söyleyebiliriz ki kendi sonunu hazırlayan bir kişidir. Osman’ın hüzünlü hikâyesini okurken aynı zamanda İstanbul’un çeşitli mekânlarını da ziyaret edip güzel bir İstanbul romanı da okumuş oluyoruz. Bir anlamda İstanbul’un ve özellikle Nişantaşı’nın geçirdiği değişim sürecini ve bu sürecin sancılı doğumlarına şahit ediyor bizi yazar.

Yazar anlatıyı oluştururken farklı yöntemleri deneyerek bizlere anlatmaktadır. Osman’ın sahafta bulduğu eksik günlükler, olaya tanık olmuş insanların görüşleri, başkasından duyduğunu anlatan kişiler… Yazar bütün bunlardan faydalanırken herhangi bir sıralamayı göz önüne almamıştır. Osman’ın toplam beş defterine ulaşabilmiş; bunların bazıları tarihsiz, bazıları karışık tarihli ve bazılarında da kâğıda yazılıp defterin arasına konulmuş notlardan olayı bizlere anlatmaktadır. Burada gözden kaçmaması ve bence edebiyatta önemli bir yer tutan baba-oğul ilişkisidir. 

Osman ikinci defterinde babasıyla hesaplaşır adeta.

…Böylesine yüce bir adamın oğlu olan sen de ticaret dehası olmak dışında babanla aynı niteliklere sahiptin elbette, üstüne üstlük sayısız öğrenci yetiştirmiş değerli bir hoca, öncü bir bilim adamı ve ailesine düşkün, mükemmel bir koca, eşsiz bir babaydın. YERSEK.” (s.186-187).

Bunun gibi babası ile uzun uzun hesaplaşır. Babasının annesine yaptığı eziyetleri ve kendisinin yapmak istediklerine izin vermeyişlerine içerlenir. Edebiyatta baba mevzuu aslında üzerinde durulması gereken ve çok şey söylenebilecek bir konudur. (Franz Kafka, Ahmet Haşim, Kemal Varol… Aklıma gelenler.)

Ayfer Tunç, roman boyunca tanrısal bir bakış açısı yerine daha çok birden fazla karakterin yanıtları ve Osman defterleriyle kurguyu oluşturarak bizleri gerçeğin muğlak halleriyle yüzleştiriyor.

Romanda daha baskın bir karakter olarak Osman’ın kardeşi Teoman karşımıza çıkmaktadır. Eğitim almamış, daha çok farklı kişilerle takılan Teoman’ın gözünü para hırsı kaplamıştır. Ağzı bozuk ve ilişkilerde daha çok sert davranan Teoman’ın amacı Osman’ın saflığından faydalanıp babadan kalan bütün mirası sahiplenmektedir. Baba öldükten sonra şirketin başına geçer ve kendisini bambaşka âlemlerde görmeye başlar.

Bu romanı okurken bazen insanın içlenmediği durumlar da olmuyor değil, tabii ki. Özellikle Gün adlı arkadaşlarının ölümü insanları çok derinden sarsmıştır. Aslında Osman belli bir kültürel birikime sahip, iyi bir okur ve lüks yaşama alışmış bir karakterin vücut bulmuş halidir. Sanatta, edebiyatta, müzikte ve birçok alanda bilgi sahibi olan ama bu birikimlerini bir türlü yaşam alanına ve kazanca dönüştüremeyen yaşam tecrübesinin yoksunu bir kahramandır. Osman ve tayfası devamlı değişir; aslında bu bir kuşağın, daha doğru bir ifadeyle zevke, markaya, lüks hayatın ihtişamına dalmış ve bihaber yaşam sürdüren bir kuşağın içten içe yok oluşunun resmidir diyebiliriz. Bütün bunlardan sonra Osman’ın hayatını Şebnem’den önce ve sonra diye ikiye ayırabiliriz. Sonun başlangıcıdır aslında Osman’ın Şebnem ile evliliği ama güzelliği onu büyülemiştir. Osman’ın son defteri için rahatlıkla kendisiyle hesaplaşmasının defteridir diyebiliriz. İçerisinde bulunduğu varsıllıktan gece kalacak otel parasının olmadığı yoksulluğa düşüşünün hesaplaşması. Japonya’daki yalnız ölenler ile Almanya’da yalnız ölenleri kendisiyle özdeşleştirmesi. Yalnız ölümden ve öldükten sonra kimsenin onu sahiplenmeyeceği düşüncesinin beynini kemirmesi bu hesaplaşmaların sadece birkaçıdır diyebiliriz.

Yaşamım okun sürekli aşağıyı gösterdiği bir çizgi. Ne büyük bir düşüş! Sürekli ve tutarlı bir düşüş! Bakalım, dibi nerede ve ne zaman bulacağım.” (s.496)

Ezcümle, ‘Osman’ romanı, bir dönemi, kuşağı, ailelerinin istediği “iyi çocuk olmayı” reddetmiş, başına savruk gençlerin, hayalleri yıkıntıya uğramış grupların sevilme, kabul görme ve istediklerini yapabilme duygularının romanıdır. ‘Osman’, hayata tutunamamanın romanıdır. Ayfer Tunç’un usta kaleminden bir dönemin ve aynı zamanda da toplumun aynaya yansıtılmasıdır.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar