YAŞAM 

GÜZEL MAYISLAR ÖZLEMİ

88 yılının annemin duvara astığı takviminden 30 Mart yaprağı düşmeden önce doğmuş olsam da benim gönlüm hep mayıstadır. Adanalı olanlar bilir, bizim oralarda nisan sevilir, nisanın portakal çiçeği kokusu sevilir, ama ben mayıs göğüne gönül düşürenlerdenim. Bu yüzden “Nasıl biri?” diye sorarlarsa beni, “Baharı ve şiiri sever.” deyin. Baharı niye sevdiğimi anladıysanız şiirsever kısmına sonra geçeceğim. Haberlerde duyduğu, adı Gizem olan küçük bir kız çocuğunun kaçırılıp öldürülmesinden etkilenen babam adımın Gizem olmasını istemiş. Bir Gizem son nefesini verirken, bir diğeri ilk nefesini almış yani. Neyse ki ben caanım ülkemde bir kaçırılma vakasına, tecavüze, kadın cinayetine kurban gitmeden bu yaşıma gelebildim.

Çocukluğum, hayatımdan geçen otuz iki mayıs kadar güzeldir.” diyebilirim. Adana’da küçük bir sokak arasına sıkışmış bir mahallede, göçmen, Yörük, Kürt, Arap, çingene komşularımızın farklı farklı yaşam hikâyelerinin içinde büyümüşüm. Söylentilere göre, mahalle sakinleri arasında tabiri caizse kapışılan bir çocukmuşum. Biri dermiş ben alıp bize götüreyim, öbürü gelirmiş biraz da bizde kalsın. Ta o zamanlardan kalmadır belki göçebe ruhum, kapı kapı, şehir şehir dolaşmaya tutkum; otuz üçüncü mayısımda eve kapanmış olsak da. Bu kez leylakların nasıl açtığını göremeden hem de…

Tren sesleri de uzak mayıslardan sesleniyor şimdilerde. Mahallenin hemen yancağızından geçen tren yolu Adana-Mersin, Pozantı-Ankara hattı. Dedem de babam da demiryolcu, kendine böyle söylenmesinden hoşlanırdı dedem. Aslında tren şefiydi, bavulu elinden eksik olmayanlardan, eskilerin muhterem dedikleri türden, tam bir İstanbul beyefendisi ama. Yol ve istasyon hikâyeleri anlatırdı hep. Haftanın çoğu gününü yolda geçirmekten olsa gerek, çok da güzel yemek yapardı, hele bir patlıcan yemeği vardı, hâlâ istesem de onun gibi yapamam. Mayıs bitip haziran gelince dedem, babaannemi memleketi Kayseri’ye gönderirdi; kışlık erzak orda hazırlanır, İncesu’da, koca Erciyes’e bakan bağdaki üzümlerden pekmez kaynatılır, eski değirmende un öğütür babaannem. Hayatımın beşinci mayısı, bir bekleyiş; heyecanla, merakla. O yaz İncesu’ya kendisinin de götürüleceğini öğrenen küçük bir kızın hayalleri. İlk tren yolculuğu. Kazanda kaynayan ilk pekmezin kokusu.

O ilk yolculuğun üstünden yıllar geçmişti. Bir yere ait olup olmamayı hissedecek kadar büyümüştüm. Mayısın on ikisi. On yedi yaşındaki babamın, bahçedeki havuzun kenarına oturup okuduğu ‘Hanımın Çiftliği’ kitabı elimde, Adana Erkek Lisesinde. Teneffüs zili çalınca bahçeye inip babamın oturduğu yere oturuyorum. Babam, kardeşler arasında elden ele gezen kitap yıprandığı için kırmızı bir ciltle kaplatmış romanı. İkinci baskı. Hayranlığım o zamandan işte Orhan Kemal’e ve nicesine. Üç yıl sonra Adana Devlet Tiyatrosunda tiyatro festivalinde Orhan Kemal’in tiyatroya uyarlanan romanı ‘Murtaza’yı izliyorum. Ayakta, deli gibi, avuçları kızarasıya oyuncuları alkışlayan, bir zamanlar tiyatrocu olmak, oyunlar içinde yaşamak isteyen o genç kız, edebiyat fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi. Şimdi diyorum ki her ders bir oyun sahnesi, izleyicilerim de hazır, işte, o günden beri yazıp çizip oynuyorum. Bu dediğimi okuduktan iki saniye sonra unutun, oyun moyun yok! Edebiyat benim yaşamımın ta kendisiydi, hâlâ da öyle. Fakülteye giderken otobüste yanımda oturan teyzenin, elimdeki Çağatayca kitabına, Osmanlıca sözlüğe şöyle bir gözü kayıp, bu kız ne okuyor ki acaba diye düşünüp edebiyat okuduğum aklına bile gelmezken ben kulağımda kulaklık, Ezginin Günlüğü dinleyerek az sonra derste tahlil edeceğimiz şiiri düşünürdüm. Hâlâ derse gelirken –bu cümleyi de korona belası hayatımızda hiç yokmuş gibi okuyun, lütfen– aklımda az sonra üzerinde dur durak bilmeden konuşacağım dizelerle girerim sınıfa. “Şiirlerin içenden çıkıp gelen kadınlar vardır.” diye. “Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz, bayım/ bilmiyorsunuz darmadağın gövdemi/ çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.” Şimdi şiirler de ‘uzak’tan derslere kaldı, bayım.

On iki mayıs iki bin yirmi bir. Bugün Ramazan’ın son günü. Yarın bayram. Hayatımızın ortasında hâlâ salınmaya devam eden bir salgın var. Dünyada yoksulluk var, açlık var, terör ve zulüm var. En beteri de, çocuklar öldürülüyor hâlâ. Adım konulduğundan bu yana öldürülen Gizemler geliyor aklıma, aynı cümle içinde bile düşünemezken çocuk ve öldürmek eylemini. Biz evlerimize kapanmışken evi kendine mezar olan çocuklar yakıyor yüreğimi. Sevemediğim ve hiç özlemeyeceğim bir mayıs bu yaşadığım.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar