POLİTİKA 

CESARET VE ONUR: EBRULİ KADIN

İçinde dürüstlük kıvılcımı olan bir insanın ölme ya da yaşama şansını hesaplamakla uğraşmaması gerekir.” – Sokrates

Yüksek sesle ve kendimle konuşur gibi “Ölmeli, öldürülmeli!” dedim. Oğlum Ali yan koltukta uzanmıştı; o da kitap okuyordu. Şaşkınlıkla bakakaldı: “Hayırdır, baba. Bir insanın ölüm emrini vermek yakışıyor mu sana?

Okuduğum romanın kahramanlarından Halil, diğer arkadaşları gibi gözaltına alınmamıştı. Aslında kaçırılmıştı. Hukuk fakültesi öğrencisi, ikinci emperyalist paylaşım yıllarında TKP’yi arayan bir grup genç komünistten biriydi. Arkadaşlarını “veren” birisi durumuna düşmemeli, konuşmamalıydı. Zira daha romanın bitmesine çok vardı. Tıpkı romanın yazarının da yoldaşı olan Kıvılcımlı’nın, romanda anlatılan dönemlerde olduğu gibi ve sonraki dönemlerde roman kahramanı Halil’e ve bizlere yoldaş olacak olan Kaypakkaya gibi, Garbis Altunoğlu, Kemal Pir ve Nurettin Öztürk gibi o da konuşmadı. En ağır işkencelere karşı koyarken ağzından “Döktüğünüz kanda boğulacaksınız!”dan başka laf çıkmadı ve infaz edildi.

Günümüzde ise hukuk fakültesini bitirmiş, halkların özgürlüğü ve eşitliği uğruna mücadele eden, cesur ve onurlu bir kadın avukat vardı: Ebruli. Kemal ve Birsen’in işlettiği baro odasında tanımıştım. Öyle sıcak, öyle içten bir gülüşü vardı ki yüzünde güller açıyordu. Hayat dolu, umut dolu, ona çok yakışan bu gülüş, gerçekten “ömre bedeldi”. Dersim gibi güzel, Hozat’ın aşılmaz dağları gibi yüce gönüllü, inançlıydı. Kendi deyişiyle “kişisel tarihi adaletsizliklerle doluydu”. Bu yönüyle de doğduğu coğrafyanın çektiği acılarının kendi şahsında günümüze yansımasıydı.

Baro odasını bir başka ziyaretimde yemek yerken buldum Birsen’i ve Ebruli kadını. Yemeği iştahla ama kibarca yiyordu; bir sanatı icra eder gibiydi. Büyük bir keyifle yerken bütün özelliklerini de anlatıyordu yöresel yemeğin. ‘Mahir’lerin, ‘Deniz’lerin direniş geleneğinden geliyordu. Yaşamı daha da güzelleştirmek, özgürleştirmek adına ölüme meydan okuyan çok daha güncel örnekler vardı vereceği fakat Sokrates’ten örnekler vermeyi tercih ediyordu: “Hiçbir zaman ölüm korkusundan haksızlığa boyun eğmediğimi ve boyun eğmektense hemen ölmeye hazır olduğumu göreceksiniz. Birçok kez ölmem gerekse bile yolumu hiçbir zaman değiştirmem.

Mesleğinde ve siyasi konularda donanımlı bir kadın olduğunu, etkili, güzel ve net konuşmasıyla ortaya koyuyordu. Sesi cıvıl cıvıl, şarkı söyler gibiydi. Konuşurken, adını Munzur Dağı’ndan alan Munzur Irmağı gibi çağıldıyordu. Neşeyi de hüznü de içselleştirmiş bir hali vardı.

Çok daha sonra, günden güne eriyip 30 kiloya düştüğü günlerde Birsen, gözyaşları içinde, onun yemeğe olan düşkünlüğünü şöyle dile getirmişti: “Yemek yemeyi böylesine seven birinin gözünü kırpmadan ölüm orucuna yatışı, hayata ve mücadeleye coşkuyla bağlı oluşunun göstergesidir.

Bu güzellik solmamalı, bu özgür yürek durmamalıydı.

Vedat Türkali, ‘Güven’ romanının ikinci cilt dördüncü kitabının sonunda “Turgut’la Seher hakkında ek bilgi vermeyeceğim. Beşinci kitabı yazmaya kalkıştığınıza göre” diyerek okurlarını yazmaya yönlendiriyor. Mutlaka yazan birileri çıkacaktır.

Turgut, Halil’in en yakın arkadaşı, yoldaşıdır. O da Seher ve diğer birçoğu gibi gözaltına alınır. İyi, kararlı bir devrimcidir. Bir kötü yanı vardır ki o da gönül ilişkilerinde iradesine sahip olamamasıdır. Devrimci ahlaktan yoksundur. Aylarca ağır işkencelerden geçer ama konuşmaz, sonunun ne olacağı bilinmezken, sevgililerinden biri –ve aynı zamanda evli– olan, yukarı ile güçlü bağlantılara sahip Zübeyde Hanım tarafından kurtarılır. Her ikisi de çıktıktan sonra Seher ile karşılaşır, ikirciklidir; ama içten içe en yakın arkadaşının sevgilisine “yürümek” üzeredir. İnsanlar işkencelerde çözülebilirler, bu tamamen insani bir durumdur. Buradan gerekli dersi çıkarıp öz eleştiri yaptıkları sürece mücadeleye devam ederler. Yeter ki işbirlikçi ve hain durumuna düşmesinler. Buradan hareketle beşinci kitabı yazacak arkadaşa, kitabında Turgut’a yer vermemesini öneririm.

Seher, Çapa Öğretmen Okulu öğrencisiyken devrimcilerle tanışıp mücadeleye katılan yiğit, fedakâr bir genç kadındır. Ölüp dirilen Pir Sultan’dır, Şeyh Bedreddin’dir, Dilan’dır… Ulaş, Taylan, Dilek’tir… Belki de ülkenin kocaman bir hapishane olduğu günümüzde, büyük laflar etmek yerine kimselerin kılının kıpırdamadığı bu ortamda, oturup beklemek yerine özgür, yaşanılası ve güzel bir dünyayı kurma inancıyla, haksızlıklara karşı çıkan, bedenini ölüm orucuna “yatıran”, Alevi inanışında ifadesini bulduğu gibi “don değiştirmiş” haliyle Ebruli kadındır. Kim bilir?

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar