GEZİ 

ZAMANIN ÖTESİNDE / KIZILCAHAMAM KARTUĞ YAYLASI

Yol Arkadaşım Doğa Sporları ve Dağcılık Kulübü ile Ankara’nın keşfedilmemiş bölgelerine gitmek yürüyüşün heyecanını artırıyor. Yağan kar kentte insanın içini ısıtmıyor. Kalbin buzları dostlukla muhabbetle erir. “Dünyada bir dostluktur asıl olan. Ötesi fasa fiso! İnsanın eti yenilmez, derisi giyilmez. Dostluk ve sevgiden başka işe yaramaz insan.” diyen Fakir Baykurt yayla yolunu gösteriyor bize.

Keşfetmenin peşini bırakmamalıyız/ ki tüm bu keşiflerimizin sonunda/ başladığımız yere varmış/ ve o yeri ilk defa anlamış olacağız.” (T.S. Eliot)

Rotamız Ankara’nın Kızılcahamam ilçesine bağlı Çukurören Köyü. Ankara’ya 88 km uzaklıktaki Çukurören, eski kayıtlarda Çukurviran, Kozcaviran adlarıyla biliniyor. 1840 yılında Yabanabad kazasına bağlı Çukurviran “sipahilik” olup “Kuz” (Çukurviran) diye anılıyormuş. “Kuz” kelimesi ‘Divan-ü Lügati’t-Türk’te güneş görmeyen yer, gölgeli yer anlamına; Anadolu’da ise gölgede kalan (yan), soğuk, güneş görmeyen, serin yer, nemli, ıslak yerler anlamına geliyor.

Ankara salnamelerinde (yıllıklarında) Yabanabad olarak geçen bugünkü Kızılcahamam ilçesi eski bir tarihe sahip. Evliya Çelebi’nin ‘Seyahatname’sinde, “On gün Yaban ovasında gezdik. Bu da Engürü (Ankara) Sancak’ı içinde yüz parça mamur köyü olan Subaşılıktır. (Bir şehrin bilhassa küçük kasabalarında güvenlik kuvvetleri olan ilçe) Hafta pazarı olan bir ilçedir.” diyor. Orta Asya’dan gelen ve halen bazı yerlerde isimleri korunan Çıtak Türkleri de buralara yerleşmiş. Ayrıca Avrupa’nın birçok bölgesinde sayıları hızla azalan kara akbabaların Türkiye’deki bilinen en büyük kolonilerinden biri Kızılcahamam’dadır. Akbabalar, leşçil olduğu için ölüm ve arınma anlamını taşırmış. Bu kuşların cansız bir bedeni özgür bıraktığına veya taşıdığına inanılırmış.

Çukurören’in iki yaylası var. Çukurören ve Kartuğ. Kartuğ yaylasının yazını görmüştüm. Çiçekler, kelebeklerle dolu yaylada çam ormanlarının eşsiz kokusunu içime çekmiştim. Şimdi de adının güzelliğini yaşamak üzere yoldayız. Kartuğ zirvesi 1595 m yükseklikte. “Kartuğ”, karın hükümranlığını sürdüğü yer demek. Zirvenin ardı kuz bölge. Eskiden yaz aylarında köylüler oraya çıkıp kar getiriyorlarmış.

Yürüyüş başladığında grubun arkasında kalanlara yardımcı olmak üzere artçılık görevini aldım. Köyden çıkıp yavaş yavaş yükselerek uzaklaştığımızda hissedilen en ayırt edici özellik, sessizlikti. Manzara öyle güzel, öyle vahşi ki… Bir sorgunun başlangıcında yoğun ışık altında olmak gibi. Kar yığılırcasına yağmış, ancak iz açanların yolundan ilerleyebiliyoruz. Yer yer yarım metre ile bir metrelik karlı patika yol yükselirken epeyce zorluyor bazı arkadaşları. Öncü grup zirveye ulaştığında zorlanan bir arkadaş devam edemeyeceğini söyledi. Geri dönüp arkadaşı güvenle köye teslim ettikten sonra öndeki grubu öğle yemeği molasında yakaladık. Ancak karlı patikada fazladan 4 km ve grubu yakalamak için hızlı çıkış yapmak epeyce yordu. Sıcacık bir çay umudu ve biraz da yükselirken ara ara durup baktığım manzara motivasyonumu artırıyor. Yürümek bedenimle zihnim arasında bir çeşit uyum yakalamamı sağlıyor. Taşları, toprağı her seferinde yeni bir gözle görüyorum.

Zirveye ulaştığımda manzara bana taze bir bakış açısı sunuyor. Bu topraklarda kim bilir ne sevdalar yaşanmış, kim bilir hangi kalpler kırılmış, buz tutmuştur? Tıpkı dallardan sarkan buz sarkıtları gibi eriyeceği günü bekleyen kalpler, ormanda karın altında saklanmış. Ormansa uçsuz bucaksız ve gizemli görünüyor. Yolunu yitirmiş esrik bir rüzgâr bulsun diye parmak izimi bırakıyorum ağaçların gövdesine. Parmak izlerindeki kabartılar, rüzgârın yaradılış sırasında bedene girerken izlediği yollarmış. Orman, bir zaman sığınağı. Çam ve kar kokusunu içine çektiğinizde, onun labirentine dikkatle baktığınızda sağlam bir yere ulaşma çabasına giriyorsunuz. Sanki Kartuğ zamandan arındırılmış, terk edilmiş gibi. Kalbiniz kırıkken bıraktığınız yeri onarılmadan ziyaret etmemek lazımmış.

Kendinize şimdiki zamanda hazineler yığmayın, orada onları güveler ve pas yer, hırsızlar açıp çalar. Hazinelerinizi, güve ve pasın yemediği, hırsızların ne açtığı ne de çaldığı geçmişe yığın; çünkü hazineniz neredeyse, kalbiniz de orada olacaktır.” (Georgi Gospodinov)

Kar tüm sesleri yutuyor. Sadece ayaklarımızın altında ezilen karın sesi ve ağır nefes alışları var. Dönüş yolunda yorgun yaprakların gölgeleri arasından yorgun bir ışığın süzüldüğünü görüyorum. Başka zamanlardan bir şeyler sızıp damlıyor, karda izini bırakıyor. Ağaç denizinin ötesinde canlılığını yitirmiş boz dağları seyrediyorum. Ardımda kalan ormanda tüm sesler susmuş. Sessizlik bir infilak etkisi yaratıyor. Boş bir tuvali anımsatan engin bir huzur var, efsanelik bir yöre.

Kara akbabaların gökyüzünde daireler çizdiği akşam saatlerinde parkuru sonlandırıyoruz. Köyden semaverde hazırlanan çayın ve ağır ağır pişen ıslak kestanelerin kavrulmuş kokusu geliyor. “Kestane pişiririz diyoruz kışa sobada/ hayallerimiz çatlıyor sonra, çıtırdıyor, kızarıyoruz.” (Didem Madak / ‘Ah’lar Ağacı’) Köye girmeden önce vedalaşıyormuşuz gibi eğilerek selamlıyorum Kartuğ zirvesini. Kestane ve semaver çayına doyduktan sonra kente dönüş yoluna düşüyoruz. Uzaktaki dağların eteklerinde, en derin kuytulardaki ince sisin içinde buluşmak üzere…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar