GEZİ 

ESKİ ŞEHRİN YENİ YÜZÜ

Ben yürürem yâne yâne/ aşk boyadı beni kâne/ ne âkilem ne divâne/ gel gör beni aşk n’eyledi” – Yunus Emre

Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” der Tolstoy. Zaman zaman içimizdeki uçurumun kıyısına gelip şöyle bir bakarız derin karanlığa. Kaybolan şeylerin ardından duyduğumuz üzüntüyü yeniye duyduğumuz özlem siler. Hem bir yolculuğa çıkmak hem de eski bir şehirde yabancı olmak isteği ile pusulamı bir ruleti çevirir gibi çevirdim. Rotam antik dünyanın Dorylaion’u. Önemli bir Frig kenti olan Dorylaion, Osmanlı Dönemi’nden Erken Tunç Çağı’na kadar sürekli bir yerleşim yeriymiş. Türk hükümdarı Kılıçarslan, şehri Bizanslardan aldığında ona “Bizim eski şehrimiz” anlamına gelen “Eskişehir” adını vermiş. Konya’da oturan Selçuklu Sultanı ile Bizans İmparatorluğu arasında bir ön bölge gibi durduğundan, “Sultan Höyüğü” adı da kullanılmış.

Gecenin karanlığında yola çıkıp güneşli bir kış gününde Eskişehir’deyim. İlk durak hem tarih hem de sanat kokan Odunpazarı. Eskiden köylüler, dağlardan getirdikleri odunları buradaki meydanda satıyorlarmış. Bu yüzden “Odunpazarı” denilmiş. Osmanlı ve Türkmen izleri taşıyan 300 yıllık Odunpazarı evleri yeniden restore edilmiş. Evliya Çelebi başta olmak üzere çok sayıda gezgin bugün de varlığını sürdüren bu evlerden övgüyle bahsetmişler. Odunpazarı’nda dolaşırken kendimi zaman yolculuğuna çıkmış gibi hissediyorum. Çok sayıda tarihi yapı ve müze var. Kurşunlu Camii ve Külliyesi, Lületaşı Müzesi, Atlıhan El Sanatları Çarşısı, Çağdaş Cam Sanatları Müzesi, Eskişehir Balmumu Müzesi, Şelale Park, Osmanlı Evi, Cumhuriyet Tarihi Müzesi, Alaaddin Camii, Anadolu Üniversitesi Karikatür Müzesi, Arasta ve Şeyh Edebali Türbesi.

Kurşunlu Camii ve Külliyesi yıllara meydan okuyarak 1525 yılından günümüze kadar kalmayı başarmış. Kurşunlu Külliyesi’nin mimarı, Mimar Sinan’dan önce mimarbaşı olan Acem Ali’ymiş. Caminin kubbesi kurşunla kaplı olduğundan Kurşunlu Camii adını almış. Külliyenin bölümleri lületaşı müzesi, cam üfleme atölyesi, el sanatları çarşısı olarak kullanılıyor.

Lületaşı müzesinde 60 sanatçıya ait 400 civarında eser bulunuyor. Bu madenin diğer adlarından biri de “Denizköpüğü”ymüş. Lületaşının ortaya çıkarılışı ile ilgili bir söylenceye göre lületaşını ilk bulan ve lületaşı yeraltı yolunu gösteren köstebekmiş. Bir yaz günü Karatepe mevkiinden başka bir köye gitmekte olan bir delikanlı yorulunca dinlenmek için yere oturmuş. Birden ayak ucunda gözüne takılan bir delikten, ite kaka bir beyaz taşı yuvarlayıp çıkaran bir köstebek görmüş. Köstebek delik önünde başlamış yuvarlak taşla oynamaya. Delikanlı bu taşa el atacak olunca köstebek hemen dar atmış kendini deliğe. Delikanlı, yuvarlak taşı bir süre parmaklarının arasında dolaştırmış, sonra bıçağını çıkarıp başlamış bu süt beyazı taşı yontmaya. Daha ilk bıçak sürmesinde insanı ta içten yakan, deli divane eden bir ses “Ah insanoğlu, bana kıymasaydın ya!” diye bir feryat koparmaz mı? Delikanlı şaşırıp elinden taşı atmış. Taş yere düşünce ayın on dördü gibi bir kız olmuş! Sonra ufalanmış, yusyuvarlak, tostoparlak bir hale gelmiş. Delikanlının şaşkın bakışları arasında yuvarlana yuvarlana geldiği deliğe girip kaybolmuş. Delikanlı durur mu, başlamış deliği eşelemeye! Ay batmış gün doğmuş, gün batmış ay doğmuş… Delikanlıyı arayan köylüler, delikanlıyı yedi kat yerin altına giden dapdaracık bir kuyuda boğulmuş olarak bulmuşlar. Yalnız, derisi yüzülmüş kanlı parmakları sıkı sıkıya birkaç lületaşını tutuyormuş.

Atlıhan El Sanatları Çarşısı’ndan Modern Müze’ye, oradan da Türkiye’nin ilk cam sanatları müzesi olan Eskişehir Çağdaş Cam Sanatları Müzesi’ne geçiyoruz. Saydamlığın zarafetini izlerken mekânın ortasına kubbeden düşen güneş ışığı bin parçaya ayrılıyor. Yerli sanatçıların eserlerinin yanı sıra Japon, Polonyalı, Letonyalı, Alman bazı sanatçıların da hediye ettiği eserler göz alıyor. Eskişehir Ticaret ve Sanayi Müzesi’nde (ETO Müze), gönül dilini kullanan Yunus Emre’ye ve Sivrihisar’ın Hortu köyünde doğduğu kabul edilen efsaneleşmiş halk filozofu Nasreddin Hoca’ya da yer verilmiş. Eskişehir’in Odunpazarı ilçesi müzeler semti olmuş. Rengârenk evlerin arasında gezerken geçmişin kokusunu içime çekiyorum.

Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’in bu kente kazandırdığı ve Madam Tussaud Müzesi’nin Türkiye’deki ilk örneği olan Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykeller Müzesi’nde tarihi kişiler ile yerli ve yabancı ünlü 200 kişinin heykeli yer alıyor. Müzede Atatürk’ün çeşitli dönemlerini yansıtan heykelleri, Atatürk’ün ailesinin yanı sıra yerli ve yabancı devlet adamlarının, sanatçıların, medya mensuplarının ve sporcuların canlı hissi veren heykelleri, değişik dekorlar önünde sergileniyor. Öğle yemeği molasında Porsuk çayının kenarında gondolları seyrederek meşhur çiböreğin veya Balaban köftenin tadına bakıyoruz. Porsuk çayının adının nereden geldiği ile ilgili pek çok bilgi var. Bazı kaynaklara göre çayın ismi porsuk hayvanından, bazılarına göre ise Selçuklu kumandanlarından biri olan Emir Porsuk’tan geliyormuş.

Sırada Tülomsaş Müzesi var. Devrim ve Karakurt’u görmeye gidiyoruz. Türkiye’nin ilk otomobili, DEVRİM… 16 Haziran 1961’de, dört buçuk ayda mevcut imkânlarla üretilen mucize bir otomobil. KARAKURT ise 1961 yılında üretilen ilk Türk lokomotifi. TCDD tarafından 15 yıl boyunca kullanılmış.

Sonraki durağımız Sazova Bilim Parkı. Masal Şatosu, 8 kule ve 18 kulecik olmak üzere toplamda 26 kuleden oluşuyor. Eskişehir’in plaka numarası 26 olduğu için 26 kuleye yer verilmiş. Bu şatoda Nasreddin Hoca, Dede Korkut ve Keloğlan çocuklarla buluşturulup Türk kültürü masalları, fıkraları, hikâyeleri tanıtılıyor. Göletin hemen yanı başındaki gemi “Korsan” konseptinde gerçekçi temaya sadık kalınmış. Yapımında, 1620 yılında ABD’ye yerleşme hayalleri kuran Pilgrimler’in İngiltere’den başladıkları yolculuklarında Atlantik’i aşmak için kullandıkları Mayflower isimli gemi örnek alınmış. Gemi Müzesi adıyla da anılan parkın bu bölümünde; kaptan köşkü, zindan ve kiler olarak tasarlanmış kısımları bir filmin içindeymiş gibi geziyorum.

Sazova Parkı’na girdikten sonra sağ tarafta yer alan büyük bina Türk Dünyası Bilim Kültür ve Sanat Merkezi. Bu binanın bahçesinde yer alan Esminyatürk ise Türk dünyası şaheserlerinin sergilendiği bir açık hava müzesi. Minyatür park içerisinde Türk coğrafyasının çeşitli bölgelerinden eserler yer alıyor. Görkemli binanın girişinde Türk dünyasının ilk edebi metni olan Orhun Abideleri karşılıyor bizi. Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk adına hazırlanan Orhun Abideleri Türk dil ve edebiyat tarihi için paha biçilmez şaheser. Merkezin giriş katında ise Türk dünyasının önemli isimlerine ayrılmış odalar ve balmumu heykelleri var. Kent Park’ta ise 350 metre uzunluğunda ve olimpik havuzları yapay bir plaj yapılmış.

Eskişehir, tarihte orduların yaralı askerlerinin tedavi sonrası dinlendiği bir kaplıca yöresiymiş. Yapılan kazılardan ve eski seyyahların yazdıklarından Eskişehir sıcak su kaynaklarının çok eski yıllardan beri kullanıldığı anlaşılıyor. Evliya Çelebi de Eskişehir’in bu zenginliğinden şöyle söz etmiş: “Şehrin kuzey kısmında, bağ ve bahçeler içinde, kâgir kubbeler ile örtülü güzel hamamlardır. Yüz metrekare büyüklüğünde olan büyük havuzu sıcak su ile doludur. Suyu gayet sıcak olduğundan soğuk su katınca normal hale gelir. Gayet faydalıdır. Parmaklarda bulunan gümüş renkli yüzükleri sapsarı eder. Uyuz ve cüzam hastalıklarına iyi gelirse de Bursa kaplıcaları gibi binaları tam teşkilatlı değildir.

Müzeler geçmişin kalıntılarını zamanın akışından koparıyor. Tersyüz edilen bir dünyayı zihnimde canlandırmaya çalışıyorum. Bugün, gelgitler içinde yaşayan insanları başka bir çağa götürürken bir taraftan da adeta günümüze fırlatıyor. Günün son ışıkları ile dönüş yoluna düştüğümüzde aklımda Yunus Emre’nin dizeleri, önümde akıp giden bir yol var. “Gâh eserem yeller gibi/ gâh tozaram yollar gibi/ gâh akaram seller gibi/ gel gör beni aşk n’eyledi.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar