GEZİ 

ANKARA-ÇUBUK-AY KAYASI

Akşamdan geceye kayan ay, sabah güneşini tutkuyla bekliyor. Güneşin silip süpürdüğü bulutlar gökyüzünden kaybolduğunda Ay Kayası’na yolculuk başlıyor. Yol Arkadaşım Doğa Sporları ve Dağcılık Kulübü ile Ankara’nın Çubuk ilçesinde Karagöl Milli Parkı sınırları içinde olan Ay Kayası mevkiine doğru yola çıkıyoruz. Ay Kayası, Çubuk’un kuzeyinde Yeşilkent (Ahurköy) ile Uluağaç köyü arasında bir doğa harikası.

Anadolu’nun Türkler tarafından fethi sırasında ele geçirilen ilk yerlerden biridir Çubuk. Selçuklu komutanlarından Çubuk Bey tarafından fethedilen bölgenin ismini buradan aldığı söylenir. Bölgenin ilk ismi Çubukabad’mış. Abad: mamur, şen ve bayındır anlamındadır. Evliya Çelebi, 17’nci yüzyılda doğudan batıya doğru yaptığı seferi anlatırken; Çubuk Ovası’nı 10 gün boyunca gezdiğini ve burasının 150 akçelik kaza, 7 nahiye ve 70 köyden oluştuğunu belirtir. Çubuk’a bağlı olan Kışlacık, Ahurköy, Yaylak, Aşağı ve Yukarı Okçular köyleri de 1402 Ankara Savaşı sırasında Yıldırım Beyazıt tarafından kullanılmış. Kışlacık, karargâh olarak; Yaylak, hayvan otlakları; Ahurköy, ahırların bulunduğu yer; Aşağı ve Yukarı Okçular köyleri de vadiden gelecek olan düşmana karşı Osmanlı ordusu okçularının yerleştirildiği yerlerdir. Köy isimlerinin büyük bir kısmı 24 Oğuz Boyu’ndan birisinin ya adıdır ya da bu boy isimlerini çağrıştırır. Melik Şah, Yukarı Çavundur, Büğdüz gibi…

Uluağaç köyüne vardığımızda son hazırlıklar tamamlanıp yürüyüşe başlıyoruz. Havada özlem kokusu var. Kokuyu takip edip yükselerek bir bulutun üzerine yerleştiğimi, her şeyi yüksekten izlediğimi hayal ediyorum. Ağaçların arasından yumuşak gün ışığının huzmeleri sızıyor. Huzmelerin birleştiği yerde bir bulut döne döne uçuyor. Patikalar rengârenk. Çiçekler zapt olunmaz neşe kıvılcımları saçıyor. Ormanlık alandan çıkıp yavaşça yükseliyoruz. Ruhumu serinleten inceden bir yağmur başlıyor. Bölgenin en yüksek noktası olan Baznak Tepe’ye (1710 m.) varıyoruz. Önümüze serilen manzara soluğumu kesiyor. Zirvelerde hep bir çaresizlik hissi dolar içime. Doğanın karşısında ne kadar zayıf olduğumuzu duyumsarım. Doğaya karşı gelemediğimizden zamanın kölesi olmuşuz. Eylemlerimiz sonsuz bir döngüde baştan yaratılıyor. Gözetleme kulesinden baktığımda önümde uzanan dağların kahverengiden griye, ormanların yeşilden maviye uzanarak gökyüzüyle birleştiğini görüyorum. Uçsuz bucaksız muhteşem bir tablo yayılmış yeryüzüne.

Patika boyunca salınan bir çizgi gibi vadiye iniyoruz. Sol yanımızda yükselen görkemli kayalardan sonra Hacı göletine varıyoruz. Bu küçük göletler bozkırın ortasındaki vahalar. Her biri ayrı güzellik taşıyor. Düğün çiçeklerinin arasından geçip ormana dalıyoruz. Çam, meşe, kavak ve ardıçlarla bezeli ormanın içinden çıkıp vadi boyunca gürül gürül akan dereyi takip ediyoruz usulca. Ay Kayası’nı gördüğümde ismini nereden aldığını anlıyorum. Tepeden baktığınızda gökyüzünden düşen devasa ay, sanki sivri uçlarından toprağa çakılmış gibi.

Ayak seslerimizi duyan küçük bir yılanın kayaların altına hızlıca kaçışını görüyorum. Anadolu’da yılanlarla ilgili pek çok inanç vardır. Her evin bir temel yılanı olduğu, bu yılanın evi koruduğu ve ev halkına zarar vermediği rivayet edilir. Çubuk bölgesinde yılanlarla ilgili anlatılan bir efsaneye göre; köylerin yılanı olan bir ev varmış. Bahçede, evde dolaşır, ev halkı da ondan hiç çekinmezmiş. Bir gün yılan, evde hızlı hızlı dolaşıyor, eve girip çıkıyormuş. Evin sahibi kadın, gelinine: “Kızım, bu yılan ne dolaşıp duruyor, bunun bir derdi var, yoksa sergendeki yavrularına mı dokundunuz?” demiş. Gelin de: “Aman anne, ben sergeni düzeltirken orda yumak gibi bir şey buldum, çöpe attım.” demiş. O da: “Aman kızım, getir attıklarını, onlar yılanın yavruları, yoksa bu yılan birimize bir şey yapar.” demiş. Yılanın yavrularını bulup yerine koymuşlar. Daha sonra ambardan bir ses gelmiş, bakmışlar ki yılan turşu küpünü devirip kırmış, meğerse yılan yavrularını bulamayınca turşu küpüne zehrini akıtmış, bulduktan sonra da ev halkı zarar görmesin diye küpü kırmış.

Ay Kayası kamp alanına geldiğimizde dağcıların zaman zaman tırmanış yaptıkları görkemli kayaları görüyorum. Kamp alanında su ve tuvalet var ama elektrik yok. Bölgede kayalıkların ve tepelerin üst kısımlarına çıkmadığınız sürece telefon çekmiyor. Teknolojiden uzak, yabani hayatın ortasında kamp yapmak için ideal bir bölge.

Tepelerde ağılları görüyoruz. Atatürk, Çubuk bölgesini ziyarete geldiğinde Karagöl’ü çok beğenmiş. Kışlacık köyüne vardığında buraların doğal yapısının küçükbaş hayvancılığı geliştirmek için çok uygun olduğunu görmüş. Atatürk’ün emri ile Aydos ve diğer yaylalara küçükbaş hayvancılığı geliştirmek amacıyla mandıralar yapılmış. Burada yetiştirilen Merinos koyunlarının altı binin üzerine ulaştığı söylenir. Otlak için yaylaya getirilen hayvanlardan elde edilen sütten peynir yapıldığı, at arabaları ile yayladan alınıp Çubuk’ta depolandığı ifade edilir; hafta sonları kamyonla Ankara’ya gönderilerek Atatürk Orman Çiftliği’nde Ankara halkına sunulurmuş. Daha sonra bu mandıralar kapatılmış. İşte, gördüğümüz bu boş ağıllar o zamandan kalmış.

Ormanı, deresi ve sessizliği ile huzuru buluyoruz burada. Duyulan sadece derenin çağıldayarak akan sesi ve ona eşlik eden kuş sesleri. Güneş batarken ağaçlar, kayalıklar ve yağmurun eşliğinde kendi büyüsünü yaratıyor. Uzayan ağaç gölgelerinin arasından çıktığımızda inceden yağan yağmur diniyor. Geriye yağmurun, çamların yaydığı esansla karışan mest eden kokusu kalıyor. Yürüyüş bitiminde gün, semaverde kaynayan çayla demleniyor.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar