VE KADIN: BİNLERCE YILIN KARANLIK LABİRENTİNDEN ÇIKIŞ YOLUNU BULACAK OLAN
-İZMİR-
Din, sosyolojik bir unsur; bireysel ya da kolektif olarak, insanın yaşamını “en derin yönlerden” etkileyen bir örgütlenme biçimi. Kadın(lar) da, “tarih” dediğimiz sınırlaması imkânsız uzam ve zamanın tam ortasında duruyor. Dolayısıyla, söylencelerin ve dinlerin kâh öznesi kâh nesnesi oluyorlar. Tek tanrılı dinlerin doğup palazlanmasından binlerce yıl önce, anaerkil kültürün ve söylemin hâkim olduğu dönem(ler)de kadın, örneğin bereketi simgeleyen “Ana Tanrıça” olarak inancın kökenindedir. Zaman, −diyalektiğin erekselliğine uygun olarak– sürekli devinim durumunda olduğundan bireyi ve toplumu etkileyen her olay ve olguyu da etkiler, evirir ve kimi zaman da değiştirir. Bu “değiştirme” yahut “değişme” sürecinden, din ve inanç dediğimiz örgütlenme de etkilenmiştir. Bereketi temsil eden “Ana Tanrıça”, hazin bir biçimde yerini önce eril özellikler taşıyan “erkek tanrılara”, “ruhlara”; “Baba”ya, “tanrı / Allah Baba”ya vb. bırakır. Bu, büyük bir kültürel değişimin göstergesidir. Çok uzun zamandır felsefe ve bilimin peşinden koştuğu “Yaşamı yaratan kimdir?”, “Yaşamın kökeni nedir?” gibi sorular, bu kültürel değişimle de doğrudan ilişkilidir. Kabaca, dinlerin ve tanrı (tek tanrılı dinler) fikrinin doğuşunun temelini de yukarıda belirtilen iki can alıcı soru oluşturur. “Genesis”, üç tek tanrılı dinde de görülen önemli bir mitik anlatıdır ve ‘yaşamın kökeni’ ile ‘insanın yaratılışı’na kendince ışık tutar:
“Dinsel inanç sistemlerinin temelinde, ‘Yaşamı yaratan kimdir?’ sorusuna verilen yanıt yatar. ‘Yaratma’, hem bir şeyin yoktan var edilmesini hem de soyun yeniden üretilmesini kapsar. Yaratma kudretine ilişkin dinsel açıklamalar, tarihsel olarak, biricik evrensel bereket ilkesi olan ‘Ana Tanrıça’dan, üretkenliği erkek tanrılar ya da insan-krallar tarafından desteklenen ‘Ana Tanrıça’ya; oradan da önce ‘ad’da, sonra da yaratıcı ‘ruh’ta yansıyan simgesel yaratıcılık kavramına geçer. Tanrılar panteonunda da tüm güçlere sahip ‘Ana Tanrıça’dan tüm güçlere sahip ‘Fırtına Tanrısı’na doğru bir geçiş görülür. (…) Bu adımlardan sonra, sıra, tanrılar panteonunun yerini tek bir güçlü (erkek) tanrının almasına ve bu tanrının ‘yaratma’ ilkesinin her iki yönünü de –yoktan var etme ve soyu üretme– kendisinde toplamasına gelir.” (Berktay 2012: 36)
Anaerkil düzenin hâkim olduğu dönem Mezopotamya’da yazının bulunup kullanılışından çok daha öncelere gider. Fatmagül Berktay’ın da belirttiği üzere, tarımın uygulanmaya başlanması ve yaygınlaşması ile yerleşik yaşama geçişten sonraki kent sitelerinin kurulması; beraberinde kadın egemen sistemin sarsılmasına, sallanmasına ve nihayet sonraları yerini tamamen erkek egemen sisteme bırakmasına yol açar. M.Ö. 4’üncü ve 3’üncü binyıldaki toplumsal ve ekonomik değişim ve gelişimler; Eski Mezopotamya kültür yaşamına da etki eder ve eski Mezopotamya toplumlarının yaratılış öykülerinde belirli değişimlerin yaşanmasına neden olur. “Saban tarımının gelişmesi ve onunla birlikte güçlenen militarizmin, akrabalık ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinde önemli değişmelere –kadınların kabileler arasında değiş tokuş edilmesi, bunun giderek kadınların nesneleşmesine yol açması ve bu olgunun köleliğin ortaya çıkışını kolaylaştırması– yol açmış olması gibi, söz konusu toplumlarda güçlü krallıkların ve ilk devletlerin doğuşu da dinsel inanç ve mitoslarda değişiklikler yarattı” der Berktay.
Bu coğrafyanın çok da uzağında doğmayan (her üçü de Ortadoğu coğrafyasında doğmuştur) üç tek tanrılı din olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet; kadınların ikincileşmesini, dışlanmasını ve ötekileştirilmesini belirli bir sistematiğe oturtmuşlardır. Örneğin, ufak farklılıkların dışında üç dinin kutsal kitaplarında gördüğümüz “Genesis”, yani yaratılış anlatısında “kadın”; yasak meyveyi yemekle ve erkeği (Âdem’i) kandırmakla suçlanır. Yasak meyve, ‘bilgi’yi, “tanrısalın bilgisi”ni temsil eder ve kadın, onu yemekle bir anlamda kendisine reva görülen statünün dışına çıkmıştır. Tanrısal olanın bilgisine yalnızca “erkek” sahip olabilir çünkü.
Erkek, yaşamın sebebidir; kadınları dölleyici spermlere sahiptir ve tanrı ilkin erkek olanı, yani Âdem’i yaratmıştır. Havva, Âdem’in kaburgasından yaratılmıştır; ondan bir parça taşır. Âdem ise, “tanrısal olan”dan bir parça taşır. Yine Âdem, örneğin Tevrat’ta, “Havva’ya ismini veren”dir; burada isim verme yetisiyle Âdem’in, “tanrısal olan”a sahip olduğunu görüyoruz. İsim verme, tanrısal olanın bilgisine sahip olmaktır.
Havva, yani kadın; burada “duygusal” olması yönüyle öne çıkar. Kadın duygusaldır, dolayısıyla mantığıyla hareket edemez; mantığıyla hareket edemeyeceği için de hataya düşmesi gayet doğaldır. Cennetten kovulma anlatısında, Âdem’in ve tüm insan neslinin cennetten kovulma ve lanetlenme sebebi odur. Bu yüzden tanrı, kadına “doğum acıları”nı vermiştir. Şeytana kanarak “yasak meyve”yi yiyen ve Âdem’e yediren de odur. Dolayısıyla kadın dışlanmalıdır ve erkeklerle kesinlikle bir tutulmamalıdır.
Kadınların ikincil olma durumunun diğer sebeplerinden biri de biyolojik özelliklerinden kaynaklanır. Örneğin âdet görme durumu, kadınların günahkâr ve mundar olduklarını kanıtlar. Bundan, örneğin İslamiyet’te, âdet gören kadınların kurban kesmesi mümkün değildir.
Böylece, erkeğin “sperme sahip olma” durumu; kadının görece saygı duyulan özelliklerinden olan “doğurganlık” ve “anne olma” durumlarının yerini alır. Soyu üretme yetkisi ‘Tekvin’e göre erkekte değil, kadındadır; çünkü erkek, tanrısal olana sahiptir. İncil’de de durum değişmez. Kur’an, cinselliği yadırgamaz ve mesela bir İncil kadar cinselliği bastırmaz. Nefse hâkim olmak gerektiğini salık vermesine rağmen erkeğe dört eş almayı helal kılar. Böylece erkek hem Allah aşkına ulaşacak hem de kadın(lar)ı sınırlandırarak o aşkın herhangi “bir” kadına yönelmesini yahut sapmasını engelleyecektir. Bu durumda erkeğini her anlamda mutlu etmekle mükellef olan kadın da, belirli bir uzama hapsedilebilecektir.
Berktay, ilkin 1995 yılında Metis Yayınları tarafından basılan doktora çalışması ‘Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın Hıristiyanlıkta ve İslamiyet’te Kadının Statüsü Üzerine Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım’ (*) isimli eseriyle kadının, bereket ve yaratımın simgesi ‘Ana Tanrıça’dan nasıl “lanetlenmiş Havva”ya dönüştüğünü; tarihsel gelişim içinde üç tek tanrılı dinin (özellikle Hıristiyanlık ve İslamiyet) kadına bakışını; Doğu Akdeniz uygarlıklarında ve Hıristiyan Batı’da kadının statüsüne bakışın son tahlilde ne kadar da benzer olduğunu ortaya koyuyor. Bu bakış açısının, aslında ne Platon’da ne Descartes rasyonalizminde ne de ‘Rönesans Çağı’nda değiştiğini tanıtlıyor. Tüm bunların yanında mesela “örtünmenin” ve “peçenin” bütün Doğu Akdeniz uygarlıklarında göründüğünü, bunun da bize Bizans’tan geçtiği bilgisini veriyor. “Kadın bedeninin toplumsal denetimi”ni meşru gören erkek egemen zihniyetin ne durumda olduğunu, bununla savaşmak gerektiğini ve kadının hak ettiği toplumsal statüye kavuşması gerektiğini savunuyor. Ve bir de kadınlara şu çağrıyı yapıyor, Berktay: “Kadınlar, kendi kimliklerini özgürce tanımlamak ve toplumda özerk bireyler halinde gelmek istiyorlarsa ‘lanetli Havva’ ya da ‘fitne yaratan kadın’ imgelerinden kurtulmak zorundadırlar; bunu yapabilmek için de özellikle tek tanrılı dinler ve onların kültürün her alanına sinmiş verili toplumsal cinsiyet kalıplarıyla hesaplaşmaları zorunludur.” (Berktay 2012: 18)
Sizce de “hesaplaşma zamanı” gelmedi mi?
(*) Fatmagül Berktay, ‘Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın Hıristiyanlıkta ve İslamiyet’te Kadının Statüsü Üzerine Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım’, Metis Yayınları, İstanbul (4’üncü Basım), 2012, 240 s.