POLİTİKA TOPLUM 

19 OCAK 2007 VE HRANT DİNK CİNAYETİ

Gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesi ve Zirve Yayınevi Katliamı iddianamesinde, yayınevi ile Dink ve Rahip Santoro cinayetlerinin ‘Kafes Eylem Planı’ çerçevesinde birlikte değerlendirilmesi bu olayların bir organizasyon olduğu izlenimi vermektedir. Amaç neydi, nasıl gelişti ve sonucu ne oldu? Rahip Santoro’nun misyonerlik –Hıristiyanlığı yayma görevi– faaliyetleri yürüttüğü iddiaları vardı.

Hrant Dink katliamının nedenlerini bir dizi olaylardan varsayımlar çıkarılarak değerlendirmek mümkündür.

Ölümünden önce basında öne çıkan bazı davalar, yazılarına gösterilen tepkiler nedeniyle hedef haline gelmişti.

Hrant Dink’in yoğun yargı sürecinin başlangıç noktasını, kendisi doğrudan dava konusu olmasa da, Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in Ermeni kökenli olduğuna ve Ermenistan’da akrabalarının bulunduğuna yönelik, kendi imzasıyla Agos’ta yayımlanan Sabiha Gökçen haberi oluşturdu. “Sabiha Hatun’un sırrı” başlığıyla verilen haberde, Antep asıllı Ermenistan vatandaşı Hripsime Sebilciyan Gazalyan, kendisinin Gökçen’in yeğeni olduğunu ve Atatürk’ün manevi kızının aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni olduğunu iddia ediyordu

21 Şubat 2004’te Agos’tan alıntılanarak Hürriyet’in manşetinden “Sabiha Gökçen mi, Hatun Sebilciyan mı?” başlığıyla verilmesinden bir gün sonra Genelkurmay Başkanlığı, sert bir açıklama yayımlayarak, “Kendisi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ilk kadın savaş pilotu olarak Türk havacılığının onursal bir ismidir. Sabiha Gökçen, aynı zamanda Atatürk’ün, Türk kadınının Türk toplumu içinde bulunmasını istediği yeri gösteren değerli ve akılcı bir sembolüdür” diyordu.

Bu davalar ve gösterilen tepkiler sansasyon peşinde koşan, evrensel ilkeler yerine milliyetçi ırkçı söylemlere sarılan medyanın da üzerine balıklama atladığı bir konu oldu. Bunlar, Hrant Dink’in 2007 yılının 19 Ocak’ında katledilmesine giden yolun kilometre taşlarıydı.

Giderek artan ırkçılığın toplumun bazı kesimlerini galeyana getirip milliyetçilik damarını ırkçılık damarına bağlamaya yönelikti. Olaylar hem ırkçılara hem de radikal dincilere gaz veriyordu.

İstanbul’daki Zirve Yayınevi’nin Malatya’daki bürosuna baskın düzenlendi. Kentin merkezindeki Ağbaba İşhanı’nın 3’üncü katındaki büroyu basan 5 saldırgan, içerde bulunan biri Alman ikisi Türk üç çalışanını el ve ayaklarını domuz bağı denen yöntemle bağlayarak sorguladılar. Ardından misyonerlikle suçladıkları yayınevi çalışanlarının boğazlarını kestiler.

Vahşi katliamları “bir anlık öfke” ile açıklanan 5 genç için ‘Malatya’ davası işte böyle masumlaştırıcı bir havada başlamıştı. İlk duruşma öncesi ölenlerin avukatlarının kendi aralarında yaptıkları telefon konuşmaları yerel basına servis edildi.

Bu olayların tanıklıkları yaşananların organize olduğu şüphesini güçlendirdi. Sahte tanıkların ifadeleriyle davalar farklı boyutlara taşındı, kafalar karıştırıldı. Olayların azmettiricisi olarak ‘Ergenekon’ davasında yargılanan emekli komutan Hurşit Tolon’un da aralarında bulunduğu bazı kişiler tutuklandı. Sonuçsuz kalan bu davada asıl yargılanan cumhuriyetti.

Ülkenin yöneldiği radikalleşmenin aracı olarak Hrant Dink’i terör örgütü Asala ile ilişkilendirerek ülke çapında radikal dinci ve milliyetçi kutbun güçlendirilmesinin amaçlandığına dair şüpheler zihinlerden hiç eksik olmadı.

Bu gizemli olayların ardından üzerinde en fazla konuşulan Hrant Dink katliamıdır. Uzun süren bir organizasyon içinde bu katliamın bir amaç değil, bir araç olduğu görülmektedir.

Oysa Hrant Dink kendini “Ermeni kökenli Türk” olarak tanımlıyor ve Türk olmaktan mutlu olduğunu söylüyordu. Ne Asala terörünü haklı buluyor ne de soykırım iddialarını destekliyordu.

Bu gizemli olayların faili olduğu sonradan açıklanan FETÖ’ye destek veren neoliberal aydınların çoğu, Türkiye’nin Ermenilere soykırım yapıldığını özür dilediklerine dair bir bildiriye imza atmışlardı.

Bu çelişkiler insan aklını şaşırtan şeyler mi?

Evet, çoğu kimse için öyle. Bana göre hayır. Çünkü dünyadaki casusluk tarihini okumuş olmaktan dolayı bu karmaşık görünen olayların hedefinin açıklanandan çok farklı olduğunu sezmek zor olmuyor.

Bu uğurda ülkemizde ölenler –Aleviler, Kürtler, Ermeniler, solcular– dünyayı kendilerine hizmet etsin diye şekillendirmek isteyen kapitalizmin, emperyalizmin kurbanları, katiller ise bunların kuklalarıdır.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar