SIR
-ADANA-
“(…) Ben diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de/ Değişen bir şey olarak ve değiştiren bir anlamım var/ Peki, öyleyse, neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar?” – E. Cansever, ‘Kirli Ağustos’tan
Oturduğu yerden dışarıyı izleyebiliyordu. Hiçbir şey düşünmeden takıldı kaldı uzaklara. Kuzeyde, bir sınır gibi dizilmiş dağların doruğundaki beyazlığı görünce “Soğuk havalar…” dedi kendi kendine. Sözünü tamamlamadı. Göğün pembe, mor, lacivert renklerine baktı bir süre. Caddenin hiç dinmeyen gürültüsüne kulak verdi. Derin bir iç çekti. Kalktı, odanın aydınlığını biraz daha artırmak için perdeleri iyice kenara çekti. Pencereden aşağıya baktı, trafik sanki her zamankinden daha yoğundu. Hafta sonu yoğunluğu, diye düşündü. Hafiften çiseleyen yağmura aldırmadan neşe içinde uzaklaşan gruba takıldı gözleri. Sahte bir mutluluk gibi geldi gülüşmeleri, el kol hareketlerini abartılı buldu. Günlerdir kafasında bir tek düşünce vardı. Artık bir karar vermek zorundaydı. İçinde bir türlü baş edemediği duygular… Derin bir nefes daha aldı. Tezgâhın üzerindeki tabakları kaldırmak için kalktı. Makineye koymaktan vazgeçti. Suyu açtı, elini suyun altında tuttu bir süre. Sıcak suyu hissettikten sonra topladığı tabakları yıkamaya başladı. Telefonun sesiyle irkildi. Ellerini çabucak kurulayarak telefona yöneldi. Arayan yakın arkadaşıydı.
“On dakikaya sendeyim.” diyordu.
Sevindi. Bir anda canlanmıştı. Kendine çekidüzen verdi. Çayı ocağa koydu.
“O gelene dek bir de gözleme yaparım.” diye düşündü.
Dolaptan yufka çıkardı.
“İyi ki yufkacıya uğramışım dün.” diye geçirdi aklından.
Yufkayı masanın üzerine yaydı, yağladı. Rendelediği peynirleri üzerine serpeledi. Özenle katlayıp ilk gözlemeyi tavanın içine koydu. Kısık ateşte pişmeye bıraktı. Diğer yufkayı aynı çabuklukla açtı, yağladı, peynirledi, katladı. Tavayı kontrol etti, gözlemeyi ters yüz edip kabarmasını izledi bir süre. Aynı yollardan geçen ikinci gözlemeyi de tavaya koydu. Dolaptan domates çıkardı.
“Artık tatları kalmadı ama olsun…” diye düşündü.
Birkaç da acı biber çıkardı.
“Acıyı sever.” dedi kendi kendine.
Yanına reçel iyi giderdi. Hatay’dan gelen yeşil zeytini de unutmadı. Birazdan burada olur, diye hızlandı. Üzerini değiştirmek için yatak odasına geçti. Saçlarını topladı, aynada çok solgun gördü kendini. Rujunu sürdü. Biraz önceki halinden eser kalmamıştı, heyecanı artmıştı.
“O beni anlar, kız kardeş kadar yakındır bana. Ben, çok sıkıntısına ortak oldum onun. Beni yiyip bitiren bu sıkıntımı ondan iyi kim anlayabilir ki…” diye geçirdi aklından.
İçindeki gelgitlerden kurtulma zamanı gelmişti artık. Sonra durdu, aynadaki görüntüsüne baktı.
“Evet, hazırım!” dedi.
Sesli düşünmeleri artmıştı bugünlerde. Gülümsedi, komik buldu bu halini.
Gözlemeler hazırdı, çay da demlenmişti. Dışarıda sert esen rüzgâr ve soğuk hava, içeride ise insanı rahatlatan bir sıcaklık vardı.
Kapının zili çaldı. Gelen arkadaşıydı. Yukarıya çıkana dek kapıda bekledi. Soğuk ürpertti içini. Asansörün kapısı açıldı, pahalı bir parfümün kokusu yayıldı önce, ardından her zamanki şıklığıyla arkadaşı… Kucaklaştılar.
“Evin yolunu şaşırdım, inanır mısın?” diye söze başladı arkadaşı. Yakası kürklü siyah mantosunu çıkardı. Gergindi.
“Şu halime bak, Allah aşkına!” dedi.
Dikkatini çeken tek şey onun pek şık olduğuydu.
“Hayrola?” diye sordu.
“Saçlarımı mahvetti. Bir daha asla gitmeyeceğim Kerim’e!” dedi.
“Hayır, saçların çok yakışmış sana.”
Başka bir şey söylemesine fırsat vermeden:
“Sen salona geç canım, ben hemen geliyorum. Mutfakta biraz işim var da…” dedi gülümseyerek: “Gözleme yaptım çayın yanına.”
“Hangi aralıkta yaptın? Ben bir kahve içimi uğradım sana. Her zamanki gibisin. Hiç şaşırtmadın beni. Ama gözlemeye de hayır demem, vallahi.”
Gülüştüler.
Cihan’dı arkadaşının adı. Pek çok kez adından dolayı erkek olduğunu düşünmüşlerdi. Oysa o bu adı kadınların daha güzel taşıdığını düşünürdü. Cihan’ın doğallığını seviyordu. Hiçbir maskeye gerek duymadan kendi kalabilen ender insanlardandı. Her yerde Cihan’dı o.
“Ay, yok canım, ben de geliyorum mutfağa.” dedi.
Masaya oturdu. Sesi girişteki öfkesini koruyordu hâlâ.
“Şu halime bak, kendim boyasam bunlardan daha iyi yapardım. Allah aşkına, bir bak!”
Yanında taşıdığı çantasından bir ayna çıkardı, kendine baktı. Eliyle alnına dökülen saçlarını kaldırdı.
“Beyazları bile kapatamamış geri zekâlı. Bir de ‘Sen bile tanıyamayacaksın kendini, şu saçlarının rengini biraz yumuşatalım; ışıltı olsun saçında’ diye diye yaptığı şeye bak! Bok gibi oldu. Boyası akmış kızıla benziyor.”
Sabırla Cihan’ın öfkesini yatıştırmaya çalıştı; ama sakinleşecek gibi değildi.
“Ya, biz parayı yoldan mı topluyoruz? Anamız ağlıyor üç kuruş kazanacağız diye. Şu uyduruk saç için bir de utanmadan iki yüz elli lira istemesin mi? Kızdığımı anlayınca ‘Sen yüz elli versen yeter.’ dedi. Yüz elli lira azmış gibi. Valla boşuna okumuşuz kızım, bir kuaför bile olamadık, iyi mi?”
Öyle öfkeliydi ki başka bir şey görecek durumda değildi. Onu yatıştırmak için söylediği sözlerin hepsi duvarda dağılıp kırılan cam kırıkları gibiydi. Canı sıkıldı biraz. Gözlemeleri dilimledi, tabaklara servis etti. Domates tabağını ortaya koydu. Biberleri yanına… Zeytin, reçel tabağı… Bardaklara çayı doldurdu. Buğusu üstünde çay, mis gibi kokan gözlemeler Cihan’ın öfkesini bir parça yatıştırdı.
“Niye yaptın, dedim ama sabahtan beri bir şey yememiştim. Ellerine sağlık, çok güzel olmuş.” sözlerinin işaret ettiği yumuşama onu rahatlattı. Nereden başlayacağını bilmiyordu, bir taraftan çayını yudumluyor, bir taraftan düşünüyordu. Bir sessizlik oldu…
“Cihan, Haşim Bey’in bir yakını ölmüş, kim biliyor musun? Dün işyerinde yoktu, izinliymiş.” dedi.
Cihan lokmasının tadına vararak çayından da bir yudum aldıktan sonra “Haa, o mu? Dayısının oğluymuş ölen. Trafik kazasında kaybetmişler.” dedi. Birden yüz çizgileri gerildi.
“Darısı bizimkinin başına, inşallah!” dedi öfkeyle.
“Anlamadım? Ne?”
“Bizimkini diyorum, anlamadın mı? Allah’tan diliyorum, eğer adaleti varsa göstersin bana da. Onun bana çektirdiklerinin cezasını versin, inşallah!” dedi sertçe.
Kerim’den kurtulduğunu düşünürken şimdi de Samet… Ayrıldığı nişanlısı… Dayısının oğlu… Of, diye geçirdi içinden. Canı sıkılmıştı. Bu dinmeyen bir öfkeydi.
“Kaç kızı benim gibi evlilik vaadiyle kandırdı, biliyor musun?” dedi:
“Ama ben, ben onun akrabasıydım, hiç niyetim yokken zorla üstüme geldiler. Bizimkilerin ‘Evlen’ baskısı olmasaydı gene kabul etmezdim ya… Her şeyi açık açık konuştum. Bak Samet, dedim. Bu iş de diğerlerine benzeyecekse hiç başlamayalım, dedim. ‘Ne kadar ciddi olduğumu bilmiyor musun?’ dedi. İki yıl oynattı beni. İki yıl ahmak gibi kazancımı ona yedirdim ben. Neymiş efendim, beni geçindirecek kadar para kazanmadan evlenemezmiş. Artık çocuk değiliz. Hayat müşterek, dedim. Ciddiysen bu işi uzatmanın gereği yok, dedim.”
Bundan sonra neler anlatacağını da biliyordu. Ne zaman bir araya gelseler ondan büyük bir nefretle söz eder, sinirleri gerilir, gözleri kızarır, hatta sinirden ağlardı. Onu sakinleştirmek için çok uğraşması gerekecekti yine. Ama sözleri çoğunlukla boş bir çuval gibi yığılıp kalırdı ortada. Cihan için bu ilişki tam bir travma idi. Evlilik düşüncesine öyle alıştırmıştı ki kendini, büyük bir düş kırıklığıydı yaşadığı.
“Ahlaksız herif, şimdi de yarı yaşında bir kızla çıkıyormuş. Bana söylediği yirmi dokuz kız vardı. Benimle otuzu buldu. Bu da otuz birinci. O salak da evleneceğini sanıyordur. Bu adam hayatta evlenmez. Niye evlensin ki? Her seferinde başka bir macera… O biter, yenisi başlar.”
“Bırak artık şu Samet’i, kendine zarar veriyorsun, değer mi? Unut gitsin. Ha, bak Kemal seni soruyormuş, ondan ne haber?” diye sözün seyrini değiştirmek istedi.
“Hayatım, sizin ilişkiniz gibi olacağına inansam ‘Tamam’ derim; ama onu da gözüm tutmuyor benim. Ben ilişkide saygı ararım. Bence sevgi ondan sonra gelir. Samet salağında bulduğumu sanmıştım ama biliyorsun işte…”
Söz yine Samet’e gelmişti. Kim bilir kaçıncı kez dinlediği öyküyü, öfkeyi bir kez daha dinleyecekti.
Konuşmasına çalan cep telefonuna yanıt vermek için ara verdi. Geldiğinden bu yana iki saat geçmişti. Ablası yemeğe çağırıyordu. Ağabeyi ile yengesi de onlarlaymış.
“Hiç aç değilim, vallahi. Çok yedim ama bizim ufaklığı çok özledim, onu görmeye gelirim.” dedi. Sonra küçük Ceren’den söz etmeye başladı.
Çok doğrucu ve iyi niyetli bir insandı Cihan. Dostluğu da çok sağlamdı; ama kendinde öyle kaybolmuştu ki… Yalnızlığını artırdı bu duygu.
Akşamın renkleri tükenmiş, gün geceye kavuşmuştu. Caddenin ışıkları hızını artıran yağmurun altında dağılıyordu. Cihan kalktı, aynada yeniden saçlarına baktı. Bir daha küfretti kuaförüne. Yakası kürklü mantosunu giydi. Çantasını omzuna taktı. Rahatlamış gibiydi. Sevgiyle arkadaşını kucakladı. Asansörün düğmesine bastı. Saçları için bir kez daha kızdı. Parmaklarıyla son düzeltmelerini yaptı. Asansörün gelmesiyle gülümsedi, el salladı, gitti.
Oysa o, bugün, Cihan’a, evliliğini bitirme kararı aldığını söyleyecekti.