EL ÖRGÜSÜ YASTIK
-ADANA-
“Bunları yaz. Vallahi yaz. Benim böyle bir yeteneğim yok, vallahi bak, yaz ama… Söz…”
“Ama senin duygularını nasıl aktarabilirim ki? Bu zamanı deneyimleyen sensin.”
“Olsun, ben sana yazdıklarımı vereceğim zaten, ama ben öyle bir öykü gibi anlatmadım. Öylesine, hissettiklerimi yazdım.”
Birbirine geçmiş duygularla kâh ağlamaklı kâh gülerek anlatıyordu:
“Valla bak, bu Adana insanı bir başka… Kadını da erkeği de… Ben böyle bir saygı, böyle sıcaklık görmedim başka bir yerde!”
Her zamanki gibi seslerin değerini basa basa konuşuyordu. Bu akşam biraz daha farklı bir heyecan içindeydi.
“Kafayı yemek üzereydim. Yok, bu emeklilik işine alışamadım ben. Yemin ediyorum, bu, evde oturmaktan da farklı. Sıkıştım, sıkıştırıldık. Nefes alamıyorum. Aha, şurama bir yumruk yemiş gibiyim. Hele okuldan öğrencilerin dağıldığını görünce…”
Gözleri doldu. İki damla süzüldü. Kızıla çalan sarı saçlarını iki eliyle arkaya doğru itti. Koltuğun ucuna oturmuştu. Her zamanki gibi eğreti, biraz sonra gidecekmiş de birkaç dakika daha oturuyormuş gibi… Derin bir nefes aldı.
“Soluksuz konuşmak istiyorum. Yeminle söylüyorum sana, o İstanbul’un belki de en sorunlu okulundaki öğrencilerimi bile çok özlüyorum. Yaa inanamazsın, öğretmenler gününde hiç beklemem, neredeyse hepsi aradı. Bu nasıl bir şey yaa!.. Böyle hissedeceğimi hiç düşünmemiştim. Çok yorulduğumu düşünmüştüm. Bir de bu Korona!.. Korktum, vallahi, bak bunun için ‘Yeter artık!’ dedim ama olmadı. Yapamıyorum. Ben insan istiyorum. Kalabalık istiyorum.”
Gözleri sözlerinden önce konuşuyordu; durdu, anlayabiliyor muydum duygularını; sorar gibi baktı, derin bir nefes aldı:
“Kendimi işe yaramayan biri gibi hissetmeye başladım. Sen şimdi bunu anlamazsın, bu kadar işin içinde sana zaman yetmiyordur ama bak, ben bunu öyle bir yaşıyorum ki… Anlatamam… Korkunç bir şey bu!..”
“Ama burada samimi arkadaşların var, görüşebilirsin. Yeni şeylerle renklendirebilirsin hayatını.”
Sözün gerisini dinlemek istemediğini belirten bir tavırla elini salladı, hâlâ nemli yeşil gözleri kısıldı:
“Hayır, hayır, anlamıyorsun. Yok öyle bir şey… Herkes çalışıyor. Ne kadar görüşebilirim ki!.. Hem bu korona, değil görüşmek evden bile çıkmaktan korkar hale getirdi beni. Vallahi korkuyorum! Bütün gün evde bir şeyler yapıyorum ama olmuyor. Kafayı yememek için bu yastıkları örüyorum. Koyacak yer kalmadı. Ama onlarla oyalanabiliyorum sadece.”
“İyi, tamam işte, küçük bir yerde bu yastıklarının satışını yapabilirsin. Böyle yani… Bilemedim.”
“Çok şaşırdın, değil mi? Benden böyle şey beklemiyordun. Ama inan, bana o kadar iyi geldi ki bu yaptığım. Orhan, ‘Sen kafayı yemişsin, kızım!’ diyor. Desin, hiç önemli değil, vallahi değil. Bana öyle iyi geldi ki…”
Sustu. Sorgular gibi gözlerini açarak baktı:
“Zaten beni kimsenin bu kılıkla tanıyacağını da sanmıyorum.”
“Ama ben seni tanıdım.”
“Hayır, sana söylediğim için tanıdın; mümkün değil, mümkün değil!..”
Dikkatlice ve kızgın bir ifadeyle tekrar yokladı. Sözlerinin doğru olduğundan emin bir tavırla:
“Başımda bu örtü var, üstümde bu eski, kırmızı yağmurluk… Ağzımda da maske… Mümkün değil, tanıyamazsın! Kimse tanıyamaz!”
Bu tartışmayı sürdürmek istemedim. Ulaştığım noktayı, ön yargılar içinde kaybetmekten korktum, sustum.
* * *
Masayı hazırlamıştım, saat 20.30’u gösteriyordu. Akşam yemeklerinin zamanı da bugünlerde hepten geç saatlere kaymıştı. Yemek için biraz da özenmiştim bu akşam.
“Sıkıntılı bu zamanı farklı bir şeyler yaparak monotonluğundan kurtarmak iyi geliyor insana. Bir de herkesi aynı anda masanın başında görürsem kendimi daha iyi hissediyorum. Yani, bu kadar emekten sonra bunun fark edilmesi güzel şey tabii” diye düşündüm.
Telefonum tam da yemek sırasında çalmıştı.
“Necmiye arıyor?”
Şaşırmıştım.
“Bu saatte? Hayırdır inşallah?”
Diğerleri çatal kaşık sesleri arasında beni pek de duymadılar. Telefonu açtım:
“N’apıyorsun? Uygun musun? Kimseye bir şey söyleme. Sen de bu saatlerde yürüyüşe çıkıyorsun. Kimseye bir şey belli etmeden söyleyeceğim yere gel. Senle konuşacaklarım var.”
Tuhaf bir sesle söylenen bu sözler içime kuşku, korku, kaygı, merak duygularını birden taşıdı.
“Ne oldu, bir şey mi var?”
“Yok bir şey, sen dediğimi yap.”
“Ne olduğunu söyler misin, lütfen?”
“Gelince anlatırım. Ama sen, sana söylediğim yere gel. Kırmızı kabanlı bir kadın göreceksin kavşakta, başında da kırmızı bir örtü var. Çaktırmadan onu izle. Ben seni telefonla arayacağım. Beni görürsen görmezden gel. O kadını takip etmeni istiyorum senden.”
“Kim bu kadın, Necmiye? Niye takip etmemi istiyorsun? Sıkıntı ne? İyi misin?”
“Ben iyiyim, iyi. Merak etme! Sen, sadece o kadını takip et bakalım.”
“Belli etmeden kavşaktaki kadını nasıl izleyeceğim? Ne işler çeviriyorsun, Necmiye? Bu kadın… Yok, yok canım o kadar da uzun boylu değil ya… Orhan’ı mı takip ediyor desem… Bir kadın meselesi mi?.. Nereden çıkardın şimdi bunu? Ama niye bu kadını takip ettiriyor bana? Ne yapmaya çalışıyor? Allah’ım bir rezillik çıkmasa bari…”
Eşofmanımın üzerine alelacele geçirdiğim montun cebine telefonumu yerleştirip tedirgin bir ruh haliyle ayakkabılarımı giydim. Evdekiler bu saatte yürüyüşe çıkmama alışık oldukları için soru bile sormadılar. Sadece küçük kızım, “Yemeğini bitirmedin anne!” diye uyardı.
“Geç kalmak istemiyorum, kızım, geç kalırsam ortalık biraz tenhalaşıyor, gelince yerim ben” dedim.
Aşağıya indim. Koronadan beri bu saatlerde dışarısı daha sakin olduğu için arka sokaklarda yürümekten biraz çekindim. Derin nefes aldım, serin havayı içime çektim. Yürümeye başladım. Kavşakta Necmiye’yi gördüm, görmezden gelerek yolun karşı yönüne geçtim. Telefonda sıkı sıkı tembihlemişti:
“Beni görürsen görmezden gel, benimle konuşma!”
Sağıma soluma bakındım, Necmiye’nin tarif ettiği kadını göremedim. Bir süre pastanenin önünde oyalandım.
“Bu kadın ne bekliyor diyecekler. Birini bekliyor gibi yapayım! Yok, burada olmaz. En iyisi kitapçının raflarına bakmak galiba, daha iyi gizlenmiş olurum.”
Bu düşünceyle kavşaktaki diğer kaldırıma geçtim. Ya Necmiye beni görmemişti ya da görmezden geliyordu. Kitapçı önünde de biraz oyalandım.
“İçeriden bakabilirsiniz!” diye seslenen delikanlıya:
“Yok, yok, bir arkadaşı bekliyorum. Öylesine baktım, teşekkürler” dedim.
Telefonla oynayıp duruyordum tedirgince. Dayanamadım, Necmiye’yi aradım. Yanıt yok. Huzursuzluğum bir kat daha arttı, bir daha aradım. Bekledim.
“Nihayet!..” Bu kez telefonuma yanıt vermişti.
“Beni gördün mü?”
“Evet, seni görüyorum ama o kırmızılı kadını göremedim.”
Kısık bir kahkaha ile, “Beni uzaktan izlemeni istiyorum” dedi.
İyice şaşırmıştım. Ne düşüneceğimi bilemeden izlemeye başladım. Sensorlu kapı her defasında açılıyor, biraz önceki davetin sahibi ile göz göze gelmekten çekiniyordum. Huzursuz oldum. Yeniden pastanenin bulunduğu yöne geçtim. Şimdi daha da yaklaşmıştım.
“Biraz da buradan izleyeyim bakalım!”
Kavşak ışıkları kırmızıdan sarıya, sarıdan yeşile döndükçe belediyenin yaptırdığı tak biçimindeki ışıklı çubuklar ortalığı aydınlatıyor, sonra yeniden kararıyor, kırmızı ışığın yanmasıyla cadde loşlaşıyordu. Elim, telefona gidiyor, arayıp aramamakta tereddüt ediyordum. Birden gözlerime inanamadım. Necmiye, elindeki yastığı ışıkta duran arabalara doğru uzatıyor, sesini yayarak inceltiyor ama sakin, “El örgüsü yastık var, alır mısınız?” diyordu. Bazıları başını uzatıp bir şey söylüyor, ışığın yanmasıyla da basıp gidiyorlardı. Her ışıkta arabalara yaklaşıyor, belli bir mesafeden aynı sözü tekrarlıyordu. Dayanamadım, bir kez daha telefonunu çaldırdım.
Boynuna çapraz geçirdiği bez çantasından telefonunu çıkardı.
“Necmiye, ne yapıyorsun, Allah aşkına? Ne söylediğin kadın var ortada ne de ben bir şey anladım. Böyle ayakta beklemek de çok tuhaf” dedim. Sesimdeki sertlikten rahatsız oldum. Necmiye karşıdan el ederek, “Haydi, gel yanıma!” diye çağırdı.
Sağı solu denetleyerek hızla karşıya geçtim. Yanına vardım.
“Dur, çok yaklaşma!”
Sert bir tonla aldığım bu uyarıya şaşırdım.
“Korona var, tedbir için” dedi gülerek.
“Peki, bu uzaklık yeter mi?”
“Tamam, dikkatli olmak zorundayız, kusura bakma!”
Sesi yumuşamıştı. Çağrısına uyup yanına gelmeme sevinmiş görünüyordu.
“Tamam, tamam, sorun yok.”
Anlatacağı şeyi merak içinde dinlemeye hazır, ona baktım.
“Ne bakıyorsun öyle tuhaf tuhaf?”
Bozulmuştum, belli etmedim.
“Sen çağırdın ya, anlatacağın şeyi merak ediyorum.”
“Şaşırdın, değil mi?”
“Yani…”
“Niye şaşırdın, bu işi yapan onlarca kadın var.”
“Var tabii de bu saatte, burada… Sen… Ne bileyim…”
“Ben ne yaptım, biliyor musun? Hani ördüğüm yastıklar var ya, çok birikti, koyacak yer kalmadı. Ben de akşamları bu kavşakta onları sattım.”
“Burada mı? Hepsini mi?”
“Vallahi, inanamazsın elimde işte bir bu yastık kaldı. Yarın bu paralarla yeniden yün alacağım. Yün fiyatları da bir artmış ki… Satışı karşılamayacak neredeyse. İçinin pamuğu da var. Bir de kılıf hazırlıyorum. Şimdi pamuktan vazgeçtim, elyaf alıyorum, hem daha hafif oluyor hem daha uygun.”
“…”
“Şimdi bunları bırak. Ben para kazanmak için yapmıyorum bunu. Vallahi, böyle bir amacım yok. Zaten neredeyse maliyetine bir satış oluyor, olsun! Bana kendimi iyi hissettiriyor. Sıkıldım, evden yürüyüş bahanesiyle çıkıyorum. Yanıma da dört beş tane yastık alıyorum. Orhan fark etmesin diye önceden dışarıya hazırlıyorum onları. Sonra işte bir saat içinde bu yastıklar bitiyor.”
“…”
“Ama ben bu arada ne fark ettim, biliyor musun? Buranın insanı bambaşka, valla bak. Sana öyle şeyler anlatacağım ki inanamazsın. Seni asıl bunun için çağırdım, gel, gör ve izle. Benim tanık olduklarıma sen de tanık ol. Bak mesela, dün ışıklarda bir genç durdu. ‘Abla, kaça veriyorsun bu yastıkları?’ dedi. ‘Kırk’ dedim, bazılarına ‘Elli’ diyorum, yani yastığına göre… ‘Tamam!’ dedi parayı çıkardı verdi, “Yastıklar sende kalsın, benim bu yastıkları koyacak yerim yok’ dedi. Yani beni yardıma muhtaç biri gibi mi gördü nedir, yardım için, beni de kırmamak için, para yardımı yapacak yani.”
Bir kahkaha attı. Bu, keyifli gür bir kahkaha idi. Antik mermer görüntüsü verilmiş yarım alçı kolona dayanmış dikkatle onu dinliyordum. Evden çıkarken hissettiklerimle hiç de ilgisi olmayan bu durumu düşünüyordum. “Aklımdan geçenleri söylesem ne düşünür acaba?” diye geçirdim içimden, sonra vazgeçtim.
“‘Ben dilenci değilim, yastıklarımı satıyorum’ dedim. ‘Yastığı almayacaksan paran sende kalsın’ dedim. ‘Vallahi abla, ben bekâr adamım n’apiyim o yastıkları?’ deyince, ‘Sevgiline verirsin, bundan iyi hediye mi olur?’ dedim. Açık penceresinden arabasının içine fırlattım gitti.”
Yine bir kahkaha attı.
“İyi yapmamış mıyım, iyi yaptım!”
“Vallahi eğleniyorum burada. Her çeşit insanla karşılaşıyorum. Zengin, yoksul, kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı… Hepsiyle ilgili acayip izlenimlerim oldu. Ama var ya, çok güzel! Vallahi bu Adanalı bir başka güzel!”
“…”
“Yani öyleleriyle karşılaştım ki… Yok ya, buranın insanı bir başka!.. Acayip bir gözü tokluk, yardım etme isteği… Bunu da çok kibar bir şekilde yapmaya çalışıyorlar. Bak, birini daha anlatayım, yaa bende ne hikâyeler var: Bir araba ışıkları geçti, ileride durdu, sonra geri geri geldi, içinde gençten biri. ‘Abla, kaça veriyorsun bunları?’ diye sordu. ‘Elli’ dedim, ‘Ama benim yanımda nakit yok, beklersen iki tane alacağım. Şu bankamatikten para çekeyim, tamam mı? Ama bir yere gitme, beş-on dakika sürer, hemen geliyorum!’ Valla aynen böyle… Biraz sonra geldi, parayı uzattı, yastıkları aldı, teşekkür etti onu beklediğim için. O kadar saygıyla yaptı ki bunu.”
“…”
“Seni bunun için çağırdım işte, öyle insanlar tanıdım ki, hepsi bir hikâye… Sana bunları anlatacağım. Sen de yaz bunları. Bak bir akşam, yine kavşaktayım. Elimde yastık, şimdi gördüğün gibi sesleniyorum. Ama sadece sesleniyorum, o kadar. Bir piyasa taksi durdu önümde. Şoför indi arabadan, ‘Abla ya, sen n’apıyorsun bu saatte burada?’ dedi. ‘Yastık satıyorum’ dedim. ‘Abla ya, bu saatte…’ Başını iki yana salladı. ‘İki tane mi kaldı?’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Haydi, onları da ben alıyorum’ dedi. Parayı verdi. Bagajı açtı, yastıkları bagaja koydu. ‘Haydi abla, seni evine bırakayım artık’ dedi. Yaa aynen böyle… ‘Yok kardeş, evim yakın, sağ ol’ dedim. Bindi gitti. İnanabiliyor musun, geçimini taksi şoförlüğü ile yapan adam, nasıl yardım ederim kaygısında. Bunları yaşayınca içimdeki o umutsuzluk rüzgârı da dağıldı gitti, bizim insanımız hâlâ temiz, hâlâ içindeki o cevheri koruyor diye düşündüm. İnan bana, insanlara güven duymamı sağladı yaşadıklarım. Hâlâ umut var yani… O kadar da bitirememişler içimizdeki güzellikleri.”
Gözleri doldu, ağlamaya başladı. Bunu beklemiyordum. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilemedim. Bir hıçkırık sesi ile ağlamaklı, anlatmayı sürdürdü:
“Bak, geçen akşam ne oldu? Bir çocuk, on yaşlarında en fazla, oynaya zıplaya dükkâna geldi, geçerken dikkatli dikkatli bana baktı, dönüşte yanıma geldi. ‘Teyze, bunlar kaça?’ dedi. ‘Alacak mısın, niye soruyorsun?’ dedim. ‘Almak istiyorum ama o kadar param var mı bilmiyorum’ dedi. ‘Kaç paran var?’ dedim. Avcundaki bozuklukları saydı. ‘Beş buçuk lira’ dedi. Bir an o parayı alıp yastığı çocuğa vermek geldi içimden. Sonra ‘Dur’ dedim kendime, bunun ailesi ne der o zaman? Bu paraya yastık aldığına inanmazlar, belki de çocuğu hırpalarlar. ‘Tamam,’ dedim, ‘sen annene söyle ben buradayım, ne zaman para biriktirirsen gel, ailenin de haberi olsun ama, o zaman senin yastığını vereceğim.’ Çocuk teşekkür etti, gitti.”
“Bak, ışıklar yandı, izle şimdi beni!”
Yine aynı ses tonuyla, incelterek ve yayarak sesini, “Alır mısınız, el örgüsü yün yastık!” dedi.
Hâlâ ondaki bu cesarete inanamıyordum; çevresinden biri onu burada görse ne hissederdi? İki adım ötemde yaşananları izlemekten bile çekindiğimi söyleyemedim. Buradaydım, hiç düşünmediğim bir durumun tam ortasındaydım. Elimi nereye koyacağımı bilemedim. Hem kendimi –bu garip durumdaki kendimi– düşünüyordum hem de Necmiye’deki bu cesareti. Burada çok geniş bir çevresi vardı. Çok sevilen, sayılan, iyi bir öğretmendi. Her an eski bir öğrencisine rastlayabilirdi! Nasıl bir cesaretti bu?
Necmiye, arabaların hareket etmesiyle yanıma geldi.
“Ben bunu yapmaya başladığım zaman ne hissettim, biliyor musun? Yaşadığımı… Bir hayatın içinde olduğumu… Akıp giden bir hayatı bak buradan izliyorum. O hayatın bir parçası olmayı başarıyorum. Kendimi öyle iyi hissediyorum ki… Demek ki benim insana ihtiyacım varmış, insan insanın kurdu değil, yurduymuş.”
“Hayatın bir parçası olmak…” Ben… Sözde bir şeyler yazmaya çalışan ben… Bu sıkıştırılmış dünyada ne kadar ulaşabilirim ki farklı yaşamlara, farklı insanlara; onların hikâyelerine… Yeni ’ben’ler keşfetmeye… Bir dolu felsefe… İnsan… Toplum… Ama sadece benim halkama girenlerle… Dar bir çember içinde… Bir de okuduklarım… Bendeki nasıl bir ön yargı? Bu kadın burada insan çözümlüyor. Onlarla bir bağ kuruyor sınırlı da olsa… Bu arada kendine bir yolculuk yapıyor. Kendine kendini şaşırtıyor.
Kendimi ayıpladım, Necmiye’ye bu kez başka bir gözle baktım. O, kendisine toplum tarafından yüklenmiş tüm normları sıyırmıştı üzerinden ve farklı bir şeyi, hem de en samimi duygularıyla deneyimlemekte idi.
“Haydi, şimdi git!” dedi buyurgan bir tavırla. “Git, yürüyüşünü tamamla!” “Haydi, ben şimdi yalnız kalmak istiyorum. Sonra, yarın gelirim size. Konuşuruz. Anlatacağım daha çok öykü var.”
“Bu son kalan yastığı da ben alayım. Birlikte yürüyelim.”
“Hayır, onu sana vermem, sana ayrıca örerim ama bu yastık bu akşam kendi sahibini bulacak. Düşün, benim el emeğim bu ince ruhlu Adanalılardan birinin evinde yerini bulacak. Bunu düşünmek bile çok güzel…”
Öyle buyurgan ve itiraz istemeyen bir tonla söylemişti ki bu sese itaat etmek zorunda kaldım. Yürüyüş boyunca kendimi ve Necmiye’yi düşündüm.