EDEBİYAT YAŞAM 

HER ŞEY BİR ANIYA DÖNÜŞÜYOR

Her şeyden ve herkesten çok uzağa gitmeyi istiyordum. İnsanlardan, eşyalardan kaçarken onlara daha bağımlı hale geldiğimi de itiraf etmeliyim. Evet, uzaklaşmanın, kendi içime kapanmanın bir kurtuluş olduğuna hem inanmış hem de arkadaşlarım tarafından inandırılmıştım. Onca söz söylenmiş, onca öğüt verilmiş olsa da ben yine mantığımın dediğini değil de yüreğimin sesine kulak vermiştim. Yalnız kalmaya tahammülüm yoktu. İşim olsun olmasın dışarıya atıyordum kendimi. Sokaklarda kalabalıklar arasında yürümek, parkta saatlerce amaçsızca oturup etrafı seyretmek, tanıdık birilerine rastlamak ve akşam olunca da çok sevmesem de, anlaşamasam da sırf yalnız kalmamak adına bir arkadaşı arayıp yanına gitmek hayatımı daha da karmaşıklaştırıyordu. Sessizliğe, bir başınalığa ihtiyacım olduğunu bilsem de yüzümü kızartıp her akşam bir yerlere gitmeye devam ediyordum. İflah olmaz budalanın tekiydim.

Son zamanlarda adamakıllı bir sohbet etmeyeli ne de uzun bir zaman olmuştu. Arkadaşlarımı bıktırmadan epey önce, evlerine gittiğimde daha bir kıymet görür, geniş sofralarda başka başka arkadaşlarla bir arada şarap içip tavuğu bıçakla keserken yaptığımız sohbetlerin tadına doyum olmazdı. Şimdilerde herkes birbirinden bıkmıştı. Aslında onları bıktıran biraz da bendim. Yapacak işlerimin azlığı nedeniyle herkese, her an yama olmuş, onları kendimden soğutmuştum.

Evde zar zor vakit geçirdiğim bir gün –çünkü hiçbir arkadaşım telefonlarıma cevap vermemişti– kapım çalındı. Banyodan yeni çıkmıştım. Saçlarım ıslak, belimde havlu kapıyı merakla açtım. Postacı, mektubu uzattı. Bana mektup gelmişti. Kim bana mektup yazardı ki? Ya da kim olduğunun ne önemi var? Mektup yazmak, modası geçmiş bir haberleşme aracı değil miydi? Ulaşmak isteyene teknoloji birçok imkân sunuyordu zaten. Üzerimi giyinmek aklıma gelmemişti, heyecan ve merakla ve ıslak ıslak koltuğun üzerine oturdum. Mektubu Siirt’ten, bundan dört sene önce aynı yerde çalıştığımız dostum Mehmet göndermişti. Mehmet’in ismini gördüğümde içimde unuttuğum –daha doğrusu unutana kadar çokça acı çektiğim– duygularım sızlamıştı. Mektubu açmak isteyip açamıyordum. Bunca yıldan sonra üzerine perdeler çekilmiş, örtüler serilmiş bir dostluğun şimdilerde kafamı karıştırmasını istemiyordum. Mehmet’le dostluğumuz bitmemişti. Saygı, sevgi, samimiyet hâlâ vardı ama ben unutmak istiyordum onu, dostluğunu. Bir insanı çok sevmek her zaman acı vermiştir bana. Hele ki o insanı çok sevip ondan ayrılmak, acıların en büyüğüdür. O içine içine ağlardı, bense cümle âleme göstermek istercesine hıçkırıklarla ağlardım. Duyguların her zaman dışa vurulması gerektiğine inanırdım, hâlâ da inanıyorum. İnanmak yetmiyor ama duyguları açık açık yaşamak için. İnsan duygularını açık açık gösterebileceği insanlara kolay denk gelmiyor ne de olsa. Anlayacağınız, Mehmet benim bu hayattaki en sahici dostumdu, hâlâ da dostum ama bunu ben istemiyorum.

Sevgi kararında olmalı. Neye, kime olursa olsun. Bir insanı, hayvanı, eşyayı bağımlılık derecesinde sevmek hüznü de beraberinde getiriyor. Unutmadım mı zannediyorsunuz? Mehmet’i unuttum elbette. Zor oldu ama unuttum. Onun yanında kaldığım günleri, bana ikram ettiği bergamotlu çayı, zor günümde ağladığım omzunu, kafasına şaplak atıp kaçtığımı, getirdiği baklavaları, bana kızışlarını ve beni saf buluşlarını… Unuttum elbette. Unutmasam da unutmuş gibi yaptım. Gömdüm tüm güzel anıları unutma bahçesine. Ailem gibi sevdiğim dostumu görmeye, aramaya elbette devam edebilirdim ancak bir şeyler eskisi gibi olmayacaksa onu yaşamak istemiyordum.

Mehmet evlenmeye karar verdiğini söylediğinde ben Mehmet’in sevgisinin bölüneceğini, beni eskisi gibi sevemeyeceğini düşünerek ondan uzaklaştırmaya başladım kendimi. Eskisi gibi gülüp eskisi gibi şakalaşamayacak olmanın verdiği acı ile hüzünleniyordum. Eskiden bir ailesi vardı, uzaktaki dostları, bir de ben vardım. Oysa artık öncelikleri olacaktı. Sevginin azıyla yetinemeyen ben için, buna katlanmak zor olacağı için en iyisi tamamen görüşmemekti onunla.

O, uzak yolların özlemini duymuyordu. Heyecanlarını, meraklarını beni tanımadan önce yaşamış, tek istediği yuva kurmak olan bir adamdı. Bense yazları Kıbrıs’a, Batum’a gitmek için can atıyordum.

Ne yazmıştı acaba mektupta? Bir derdi mi vardı, yoksa bir sevincini mi paylaşmak istemişti ya da sadece beni mi merak etmişti? Bilmiyorum. Mektup üç gün masanın üstünde durdu. Açmadım, açamadım. Sadece Mehmet değil, birçok dostumu da böyle kaybettim ben. Emel’i, Münevver’i, İrfan’ı, Ömer’i… Düşününce ne çok dostum olmuş zamanında. Şimdilerde hiçbiriyle görüşmüyorum. Görüşmemeyi, onlar istediği için değil, ben onların parçalanan sevgisiyle yetinemeyeceğim için istedim, onlardan tamamen vazgeçtim. Emel’i yoksa unuttum mu sanıyorsunuz? Gömdüm Emel’i de unutma bahçesine. Şimdilerde bir mezarlık olsa da unutma bahçesi diyorum ben hâlâ oraya. Mehmet’ten sonra hiç dost edinmedim. Arkadaş olmak yetiyordu artık. Kimseyi dost diyebileceğim kadar sevmek istemiyordum. Sonra üzülen, benim bir türlü büyümeyen kalbim oluyordu.

Alışkanlıklarımdan kolay vazgeçemiyorum. Günler, haftalar geçti mektubu masadan alıp da açamadım. Bu çocuk mektup yazmazdı. Öldürsen başaramazdı mektup yazmayı. Oysa şimdi ondan gelen bir mektup vardı masada ve benim keçi inadım yüzünden içinde ne yazdığına bakamıyordum. Aylar geçti, mektup toz tuttu. Güneş huzmesi salona doluyordu. Tozlar küçük zerrecikler halinde dans ediyorlardı huzmenin yer yer aydınlık, yer yer karanlık noktalarında. İyice yalnızlaşmıştım bu arada. Artık kimse telefonumu açmıyor, telefonu açmayı bırakın yüzüme bakmıyordu iş yerinde. Basit “Günaydın”lar ve laf olsun diye sorulan “Nasılsın?”lardan ötesi yoktu. Hatta arkamdan “Yüzsüz”, “Yılışık”, “Bencil” gibi lafların edildiğini de duyuyordum. Tek çarem artık evimde oturmaktı. Gün geçtikçe kilo alıyordum. Şarap, bira, viski… Ne bulursam içiyordum ki yalnızlığımı unutayım ve uyuyayım. Ve bir gün mektuba uzanırken buldum kendimi. Üzerinde ne yazıyor diye bakmamıştım bile zarfa. Gözüme zarfın köşesine iliştirilmiş tarih çarptı. 21 Aralık 1988… Mehmet’in doğum günüydü. En uzun gecede doğmuştu bir zamanlar en iyi dostum. Bu onun doğum tarihiydi. Çünkü her doğum gününde mektup yazardım ona. Ve her mektupta komik anılarımızdan, dostluğumuzdan ve benim bir gün gideceğimden söz ederdim. Mektup yazarak belki de dostluğumu özlediğini anlatmaya çalışmıştı. Yıllardır doğum gününde aramıyordum bile onu.

Keşke sevginin çeşit çeşit olduğunu, birini sevmekle diğerinin sevgisinin azalmayacağını o zamanlar bilseydim… Aklım başıma, o mektuptan yirmi yıl sonra geldi. Ne yazık etmişim kendime, ne ayıp etmişim Mehmet’e. O mektubu hâlâ saklarım, içinde ne yazdığını bilmeden.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar