YAŞAM 

GÖRÜNMEYEN YARALARIM

Ey hayalimdekini gerçeğe dönüştüremediğim sevgili, yazacaklarımın nedeni beni belki biraz anlarsın diyedir. Sana “Sevgili olalım” diyemedim, bugünün deyimiyle açılıp yüreğine “yürümeye” cesaret edemedim. Sebebini anlaman için sana duygularımı açıyorum. Ben kültürümün mağduru, aşkın mahrumuyum. Cesaret olmayınca aşk erdemli olmazmış.

Ela gözlüm, dudu dillim, bizim oralarda sevgiliye “Gönlüm düştü, sevdalıyım” derlerdi. “Seni seviyorum” dememi bekleme, bu ifadeye yabancıyım. Sen yüreğimin hicranısın, keşke patlatabilseydim. Hayallerimin renkli bahçesisin, keşke içinde gezinebilseydim. Sana diyeceğimi diyemediğim için kendime kahrediyorum. Duygularımı dile getiremediğim için bunları yazıyorum. Söyleyemedim, geç kaldım, biliyorum. Aşkta geç kalan da kaybeder, bunu da biliyorum. Ürküyordum, ürkmem korkudan değil, seni incitme korkusundandı. Sen hep hayalimdesin, sense bunun farkında bile değilsin. Ne olur, ayıplama beni…

Ben, doğduğum coğrafyanın bahtsızlarındanım. Doğarken korku kundağına sarmışlar, dini bilgilerle eğitmişler, feodal düzenin töreleriyle terbiye etmişler. Daha çocuk yaşta saygılı olmayı mecbur kıldılar, sevmeyi sevilmeyi ayıp saydılar. Sevgimiz dilimizde mahpustu. Evlendiğin kadının yüzünü ancak gerdek gecesinde görebilirdi damat. Korkuyla bezemişler beynimizi, kendimizden korkar olduk. Tanrının cehennem ateşini anlattılar, ağanın acımasız sopasıyla korkuttular. “Her ikisinin karşısında eğil ve onlara tapmalısınız” dediler. Tapmalısın, yapmalısın, kısacası her konuda birilerinin “malısın”, yani sen yoksun… Yani sen muktedirin malısın… Tanrı ve töre yasaları böyleydi. Diz çöküp secdeye durmayı erdem sanıyorduk. Saygımız korkudandı, ruhumuzu korku değirmeninde öğütmüşlerdi. Biz insan olamıyorduk, başkalarının şekillendirdiği heykel çamuru gibiydik.

Ne olur, yadırgama beni… Öfkelendiğini tahmin edebildiğim halde içimi dökmeye devam etmek istiyorum. Buna ihtiyacım var. Evet, sadece dinlerdik kuzu kuzu… Bilmediklerimizi sormak yasaktı. Derin düşünmek, hatta düşünmek bile tanrıya karşı günah, ağaya karşı suç sayılırdı. Camilerde tanrının önünde diz çöküp yalvarırdık. Cemaat odalarında ağanın önünde diz çöküp merhamet dilenirdik. Her iki mekânda da köle gibiydik. Suçumuz neydi? Bilmiyorduk. Eğil, tap ve sus… İtaat etmelisin, kanaatkâr olmalısın, çünkü “malsın”, verilene şükretmelisin, sadakatten ayrılmayacaksın. Aslında sen yoksun, birilerinin malısın. Aidiyetin yoksa sen de yoksun. Rab ve kul olmayı öğrettiler. “Tanrıyı kim yarattı?” sorumu tokatla yanıtladı babam. O da bilmiyordu, o da benim gibi tefekkür fukarasıydı. Aslında hiç kimse hiçbir şey bilmiyordu. Aslında sorunun somut yanıtı yoktu. Teorisi olmayan bir soruydu, sadece anlatısı vardı, anlatıyı da insanlar dile getiriyordu. Böyle bir sorunun bedeli ağırdı. Soruyu soran insan lanetli ve dinsiz damgasıyla toplumun dışına atılırdı. Bu nedenle gırtlağımız dokuz boğum olmalıydı.

Terbiye tokadını yediğim günden sonra tanrıdan uzaklaştım, ağa belasından da kurtulmalıydım. Coğrafya kaderse eğer, kaderimi değiştirmek için coğrafyayı terk etmeliydim. Ben de öyle yaptım ama ruhuma giydirilen kirli giysileri hâlâ üzerimden çıkarıp atamadım. Yılan gibi derimi soyup tazelemeliydim kendimi. Mücadele ettim, okudum, yazdım ve şunun farkına vardım ki suç ve günah saydıkları her şeyin gerçek günah olduğunun kanısına vardım. Bu nedenle ben, ben olamadım. Sana sitem etmiyorum, suç benim, günah benim,

Varsın, böyle olsun, sen sonsuza dek hayalimdeki kirletemediğim sevgilim olarak kalacaksın.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar