EDEBİYAT 

BATTANİYE

Hasan, elli sekiz yaşındaydı, uzun boylu ve omuzluydu. Çok erken yaşlarda gelen yaşam yükü bu omuzlara anca sığardı. Bu yüzden en çok omuzlarına atarken ceketi, biraz mağrurlanırdı. Güleç yüzünde yaşanmışlıkların izini, gözlerinin çakırında solmuş bahçelerde tek kalan ve yaşama tutunan ağaçları taşırdı. Çocukluk, abilik, babalık hepsi bir arada, iç içe tutunuyordu kendinde. Kendi kendisiyle baş başa kalmayı sevmezdi Hasan, bilmezdi de! Altmışına dayanana kadar hiç bilmedi de. Bilmediği için mi sevmedi, sevmediği için mi bilmedi, bu da bilinmez! Korkar mıydı kendisiyle baş başa kalmaktan, bu da fark edilmezdi.

Çevresi kalabalıkların, çevresi hep kendisinin çabasına, emeğine koşturmasına bakanların zaten neyi fark edilir ki?

Yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı bir günde, evden hiç çıkmamanın derin sıkıntısı içindeydi Hasan Bey, Hasan ya da çocukluğunun kulağına üflediği haliyle Haso. Sabah yine erkenden uyanmıştı uyanmasına ya, evden dışarı çıkamamış, bahçeye bile inememişti. Evde dört döndü önce, bir yere sığamadı, karısı da dünden erkek kardeşinin evine gitmişti, “Dönmez olasıca” dedi içinden, “Kardeşi ker (*) kadar oldu, torun torba sahibi oldu, yine de onu pışpışlamaktan, dındınlamaktan vazgeçmedi bu kadın”… Öğle itibariyle yağmurun güçlü sesini dinlemeye en elverişli yer olan büyük odayı seçti yerleşmek için. Salon diyordu çocuklar bu odaya. Hasan’ın içinde küçüklü büyüklü pek çok oda vardı da salon gönlüne girmiyordu bir türlü, çocukları salon dediğinde aynı anda içinden büyük oda diyordu.

Tren yolunu görebileceği pencerenin önündeki büyük koltuğa, hafifçe yan dönerek sol ayağı altında, sağ ayağı yerde salıverili bir şekilde oturdu ve tül perdeyi de kızının kendisine kızacağını bile bile sonuna kadar açtı. Kabullenemiyordu dışarının süsünden, dışarının renklerinden perde süsünün yeğlenmesini. Dışarının süsüne yağmurun mavi kurşuni rengi, ağaçların açıklı koyulu yeşil ahengi ve toprağın suya doymuş kahverengiliği hâkimdi. Karayolunun ve tren yolunun kesiştiği, her zaman endişeli bir dikkati üzerine toplayan, acele yürümeyi gerekli kılan hemzemin geçide kaydırdı gözlerini. Hemzemin geçitte çok iyi bildiği, içinin en derininde şarıltısını duyduğu bir şeyi görmek istiyor, endişeli bir dikkati ve aceleci bir haz halini, çağıldayan gülüşleri, çığlıklaşan neşeyi yeniden yaşıyordu. Yağmur çağlayana dönüşmüş, hemzemin geçit görünmez olmuştu, seyre koyuldu, kardeşleriyle ve amcaoğullarıyla yüzdükleri, görünmez oyunu oynadıkları gele pîyesîni (**).

Pencereye sırtını tam verdi, odanın içine döndürdü yüzünü, yine çok iyi bildiği bir şeyi görmek istiyordu. Çocukların salonunu, kendisinin büyük odasını seyre koyuldu. Koltuklar büyüktü, görkemliydi, yüksek bir statüyü anlatırcasına geniş kol kenarları ve başın arkaya rahatça yaslanabileceği yüksek arkalıkları vardı. Bu evi yaptırdığından beri bu odada ne çok kalabalık meclisler olmuş, ne misafirler ağırlanmıştı. Yerde salıverili ayağının altına baktı Hasan, en altta kalın, kırmızı gri renkli, gül desenli halılar açılıydı. Çocuklarının istediği, seçtiği halılar… Halıların üstündeyse kendisinin ergenken, kardeşlerinin ve amca çocuklarının küçükken geride bıraktıkları şehrin meşhur battaniyesi açılıydı.

Biraz halıları şimdiyi, en çok da geçmişi ve anıları korumak için açılıydı.

Savansa hazır bekliyordu, tetikte bekliyordu, çok amaçlı bekliyordu bir köşede. Yemek yerken yere serilen battaniyeyi koruyan bir kalkan olmak için birden, çocuklu misafirlerin çocuklarına bir kenarda oyun alanı olarak açılmak için bazen ve çoğunlukla yaz sıcağı geldiğinde parlak mermerin soğukluğunu hem hissettiren hem de kıran bir paravan haline gelmek için bekliyordu.

Kalktı koltuktan, yere çöktü Hasan, battaniyenin üstüne çöktü, önce şöyle ağrılana ağrılana uzattı ayaklarını öne doğru, sonra bağdaş kurdu ağrılana ağrılana! Ellerini gezdirdi battaniyede, beşinci kardeşini doğururken can veren annesinin saçlarına dokunur gibi gezdirdi, konuşa konuşa anasıyla, anasına derdini döke döke gezdirdi:

Kaçtık geldik, göçtük geldik, ben on beşimdeydim anacığım seni kaybettiğimde, kardeşim Yusuf’sa yeni doğmuştu, zaten canımın içinin doğumu ölümün oldu, o çocuk hiç bilmedi kokunu. Bir battaniyeye sardılar seni, öyle götürdüler evden. Sıcak tuttuğunu düşünmüşümdür, öyle hissetmişimdir, minnet etmişimdir bu yüzden her battaniyeye. Bu battaniyeyi de severim, anam, senden bana hatıra diye vermişti pîrik (***), saklarmış, meğer bana çeyiz diye saklarmış odasında, ben evlenene kadar bildirmedi, bilmedim. Evlendikten sonra da uzun yıllar pek fark edemedim, evdeki yüklükte durdu da durdu, bunu bilirdim. Gelinin olacak o Hacer’e, nedendir bilmem, hiç koymadı göz önümüze, sermedi üstümüze. Saçların kokar gibi, kirpiklerin bakar gibi severim şimdi bu battaniyeyi anam, ‘Lo hayat!’ der gibi severim. ‘Bir yüklükte durandır bir de önüne gelendir hayat!’ diye diye severim. Gençken delişmendim, ‘Dediğim dedik’tim, en son sözü hep ben demek isterdim, derdim de. Lakin! Yusuf’umda, en küçük kardeşimde böyle olmadı ana. Çok kafalıydı, lise ikideydi, benim mahalleye muhtar seçildiğim seneydi, son sözü o söyledi, çekti gitti.

Bir battaniyeye, bir karşı duvara bakarak gezdirdi ellerini battaniyede. Bir karşı duvara kaldırdı başını, bir battaniyeye eğdi. Karşı duvarda Yusuf’un fotoğrafı asılıydı, elle renklendirilmiş tahtadan çerçeveli fotoğrafı… Kalktı Hasan, zorlanarak, ağrılana ağrılana kalktı, ellerinde battaniyeden çekilmiş bir tutam tüy ile kalktı, Yusuf’un fotoğrafına baka baka kalktı. Karşı duvara yürüdü, büyük oda sanki daha da büyümüştü, adımları zor yetiyordu karşı duvara ulaşmaya, büyüyen her ne varsa içinde bu odadaydı şimdi. Yüreğinin adımlarını büyütmesi gerektiğini hissetti, ayağının adımları ancak böyle iş görebilecekti. Yüreği kadar yürümez mi insan diye bir söz duymuştu da aklına kazımıştı, ondan mıdır bilinmez, vardı karşı duvara. Yusuf’un fotoğrafını öptü önce, sonra battaniyenin elindeki tüylerini sürdü. Dinleye dinleye sürdü sesini.

Ağabey,” diyordu, “üzülme bu kadar artık, üzülmenin bir faydası yok artık. Gençtin, delişmendin, söz söylenmesin isterdin sözünün üstüne. Köyümüzden uzaklara göç etmişsiniz ki ben bebeymişim geldiğimde, bu şehirde açılmış gözlerim, ermiş aklım. Ne bıraktığınız köyün köylüsü olmuşum ne de geldiğiniz bu şehrin şehirlisi. Arada, arafta kalmışım, senin gibi. Sen de ne bıraktığınız köyün köylüsü kalmışsın ne de geldiğiniz bu şehrin şehirlisi olmuşsun. Arada, arafta kalmışsın. Kafalarımız karışmış! Mesela sen, zorunlu göç edip gelen memleketliler için durmadan koşturarak çabalarken, etrafın insanla doluyken beni unuttun. Babamız zaten anamızdan beş yıl sonra göç etmiş bu dünyadan. Mahmut Amca’mızın gaddarlığına kalmışız, bak ona karşı korurdun da hep beni, onun kızına, amcakızına, yengeme karşı boynun kıldan inceydi, gerçi kadındır diye başka konularda takmazdın ya, işte gönlü olsun diye, bir tek benimle ilgili geçerli bulurdun sözünü. Yengem, kardeşini, amcaoğlumuzu hep sevip sevdirmeye çalışırken sana, beni ise hep dövdürürdü. Oysa ikimiz de çocuktuk, bir oyuna dalar, bir kavgaya girerdik. Onun anası ve ablası vardı evin içinde, benim ablalarım da vardı ya, hep acılı hep suskundular. Binlerce insanla etrafı sarılı, yoğun, dert babası, barıştıran küsleri, kız kaçıranları usulüne getiren, kan davalarını durduran, mal davalarını uzlaştıran ağabeyim! Beni dövdüğün son günü hatırlıyor musun? Dinlemedin, dinlemeden dövdün. Sevgisizliğinden değil, bilirim, zamansızlığından, fırsatsızlığından, başındaki kalabalıkta kendi başına kalamayışından. Demiştim ki yeter artık bu onursuzluk, onurlu bulduğum yere gidiyorum ben, gittim de kendimce. Sana, yanlış bulduğum her şeye, haksızlıklara bir isyandı bu. İsyan içinde gittim. Öyle bir gidişti ki bu, faili meçhul bir gidiş. Kurşunlar vardı çok, nereden geldiği belli olmayan; kararlar vardı çok, kimlerin aldığı belli olmayan; yasalar vardı çok, kimlerin koyduğu belli olmayan; yasaların ihlali vardı çok, kimlerin ihlal ettiği belli olmayan. Bir faili meçhul gidişti ki bu, dönülüp dönülmeyeceği belli olmayan. Çok aradın beni, biliyorum, çok sordun soruşturdun, bulamadın, öldüm mü kaldım mı bunu da bilemedin. Gitmiştim, yitmiştim. Sonunda beni bu odaya resmettin. Kalbindeki en büyük odaya yerleştirdin. Gidince fark edilmek nasıl bir şey! Ben bunu hiçbir zaman bilemedim. Ağabey, üzülme artık. Bak, Hasan Serhat’ın var, biricik torunun. Onu sev, onu fark et, benim için de fark et. O bizden farklı; o, bu şehirli. Ona sevdiğim narlardan yedir, benim sana hep ağaçtan koparıp da getirdiğim, verdiğim ve bana bir tek o an gülümsediğin için sevdiğim narlardan…

Hasan, “Söz,” dedi, “narlardan yedireceğim ona ve birliğimiz ve çokluğumuz için ve bütün kaybedilenler için nar hikâyeleri anlatacağım”.

Sonra ağrılana ağrılana döndü, halının üzerindeki battaniyeyi zorlana zorlana çekti, katladı, kaldırdı, arka odadaki yüklüğe doğru yöneldi. Yüreği, “Torunum buralı; ama sana benziyor, bu battaniyeye sahip çıkacak, buralı ya, geldiğimiz yeri de bilecek” diyordu.

  • (*)     Ker: Eşek
  • (**)   Gele Pîye: Hasan’ın çocukluğunda oynadığı, yüzdüğü çağlayanın Kürtçe adı
  • (***) Pîrik: Nine
Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar