ÇARE
-ANKARA-
Hep bir çare aradık.
Neredeyse 200 yıl oldu.
“Tanzimat Fermanı” ilan edildi 1839’da. Ders kitaplarında hâlâ genişçe yer alır.
Kaynağı ve içeriği milli değildi oysa. Yani bir çeşit “demokrasi kılıflı IMF programı” gibiydi.
Hâlbuki bir yıl önceki “1838 Türk-İngiliz Serbest Ticaret Antlaşması” daha önemlidir.
Ders kitaplarında, çoğunlukla, kısa bir bölüm olarak “Baltalimanı Antlaşması” olarak geçer.
Aslında Osmanlı’nın mali olarak yıkılması antlaşmasıdır.
Kapitülasyonlardan çok ötedir.
Gümrük vergilerini düşürüp memleketi İngiliz pazarı ve sömürgesi yapmıştır.
Benzer antlaşmalar, diğer Avrupa devletleriyle de yapılınca sadece 35 yıl sonra devletin mali yapısı tamamen çökmüştür.
Atatürk doğduğunda, devletin maliyesi, “Muharrem Kararnamesi” ile artık yabancı kontrolündedir.
Dünyaya gelen her bebeğimiz, borçlu doğmaktadır.
Aynı dönem, siyasi çare arayışlarının da devam ettiği yıllardır.
Osmanlı’daki aydınlar (Jöntürkler), meşruti sistemi bir çözüm olarak görmüşlerdir.
Zaten aynı dönemde Almanya, İtalya gibi devletler, meşruti sistem ile devlet yapılarında değişikliğe gitmişler ve bütünlüklerini sağlamışlardır.
Ama bir fark vardır:
Bizdeki Jöntürk hareketinin, Anadolu’da ve memleketin diğer köşelerindeki halk ile bir irtibatı yoktur.
Durum böyle olunca, Padişah Abdülhamit, halktan kopuk bu yenilikçilik hareketini kolayca bastırır, Meclis-i Mebusan kapatılır ve “I. Meşrutiyet” kısa zamanda söner.
Ancak Jöntürk ateşi daha da alevlenir.
Çoğunlukla genç subayların örgütlendiği “İttihat ve Terakki Cemiyeti”, 1908 yılında ikinci kez “Meşrutiyet” ilan etmeyi başarır.
Ancak bazı sorunlar vardır.
Tanzimat’ın oluşturduğu iklimle başlayan ve yaklaşık 80 yıl devam eden bu aydın hareketi hâlâ halktan kopuktur.
Üstelik askerler siyaset yapmaya başlayınca geleneksel disiplin bozulmaya başlamıştır.
1907’de, İttihat ve Terakki içinde yer alan bir kurmay yüzbaşı, farklı önerilerde bulunmaktadır.
Ona göre, ilk olarak, askerler siyasete girmemelidir. Siyaset yapmak isteyen varsa, askerlikten ayrılmalıdır.
İkinci olarak, çökmekte olan devleti kurtarmanın yolu, çoğunluğu Türklerden oluşan coğrafyaya “kendiliğinden” çekilip o alanı güçlü bir şekilde savunmaktır.
Üstelik bu coğrafyanın sınırlarını da çizmiştir ki Misak-ı Milli’nin ilk taslağıdır.
Bahsi geçen kurmay yüzbaşı, Mustafa Kemal’dir.
Ona göre, Tanzimat sonrası yenilik hareketi “evrimsel bir yapı” izlemiş ve çare olamamıştır.
Gerçek kurtuluş, yani çare; “evrim” değil, “devrim” olmalıdır.
Bu görüş, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde çok ses getirir. Kulislerde Mustafa Kemal’in “cumhuriyet yanlısı” olduğu konuşulmaya başlanır.
İttihat ve Terakki önderleri, bu fikirleri çok tehlikeli bulurlar.
Mustafa Kemal örgütte dışlanmaya başlar.
Ve doğal olarak, Selanik’te, ilk suikast girişimi tertiplenir Mustafa Kemal’e karşı.
Başarılamayınca Trablus’a sürerler.
Sonrasında, sürgün tayinleri aralıksız devam eder. İki kez Trablus ve ardından Sofya…
Hatta Çanakkale Zaferi sonrasında bile İstanbul’a sokulmadan önce Edirne, ardından Bitlis’e görevlendirilir.
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde artık şartlar değişmiştir. Osmanlı yenilmiş ve işgaller başlamıştır.
İttihat ve Terakki liderleri çoktan memleketi terk etmişlerdir.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da kaldığı 6 ay boyunca, bir kurtuluş çaresi aramış ve çalışmalar yapmıştır.
Yaptığı çalışmalar ve attığı adımların, Jöntürk hareketinden iki temel farkı vardır:
– Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıkıp mücadeleyi halk tabanına yayar.
– Bu mücadele bir devrimdir. Hem işgalci güçler vatan topraklarından çıkarılacak hem de saltanat devrilip cumhuriyet kurulacaktır.
22 Haziran 1919’da yayımlanan “Amasya Tamimi”, tam anlamıyla bir devrim beyannamesidir.
Beyanname önce “Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir” diyerek içinde bulunulan tehlikeye işaret etmiştir.
Sonra “Merkezi hükümet işgal devletleri etkisi altında bulunduğundan sorumluluklarını yerine getiremiyor” denilerek oluşan siyasi boşluk tarif edilmiştir.
Ardından “Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ifadesi ile çözüm adresi olarak halkın kendisi gösterilmiştir.
Amasya Bildirisi’nde, kurtuluş mücadelesini halk tabanına yayabilmek için, Erzurum ve Sivas’ta kongreler toplanacağı belirtilmektedir. Bu kongrelere her ilden üçer temsilci gönderilmesi istenmektedir.
Erzurum’da yerel ölçekte toplanan kongrede, ulusal düzeyde kararlar alınmıştır:
Milli sınırlar içinde vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı; çözüm yolu olarak manda ve himayenin kabul edilmeyeceği; Kuvay-i Milliye’yi amil (etken) ve milli iradeyi egemen kılmanın esas olduğu belirtilmiştir.
Mustafa Kemal, kongre lideri seçilerek kurtuluş hareketinin liderliğini üstlenmiş, ilk kez “milli bir hükümet” kurmak gerekliliğinden bahsedilip belirlenen bu hükümler tüm dünyaya ilan edilmiştir.
4 Eylül 1919’da Sivas’ta toplanan kongre, ulusal düzeyde delegeler ile toplanıp Erzurum Kongresi kararlarını teyit etmiştir. Bu kongrede ayrıca; Müdafa-i Hukuk cemiyetleri birleştirilmiş, “Heyet-i Temsiliye” geçici hükümet olarak halkın tek siyasi temsilcisi ilan edilmiş, kapatılmış olan Mebusan Meclisi’nin yeniden açılması kararlaştırılmıştır.
Sivas Kongresi kararları doğrultusunda İstanbul’a giden delegelerin çoğunluğu ile Mebusan Meclisi yeniden açılmış ve 28 Ocak 1920’de “Misak-ı Milli”yi ilan etmiştir.
Misak-ı Milli, Kurtuluş Savaşı ile hedeflenen vatan sınırlarını ifade etmektedir.
Bunun üzerine Mebusan Meclisi zor kullanılarak yeniden kapatılmış ve 16 Mart 1920’de İstanbul resmen işgal edilmiştir.
Mustafa Kemal’in daha Sivas Kongresi’nde öngördüğü bu olaylar gerçekleşince İstanbul’dan kaçabilen delegeler ve Anadolu’dan gelenler ile birlikte “Büyük Millet Meclisi” (BMM), 23 Nisan 1920 Cuma günü Ankara’da açılmıştır.
Mustafa Kemal ve delegeler önce Hacı Bayram Camii’nde cuma namazını kılmışlar ve ardından dualarla 1’inci BMM açılmıştır.
24 Nisan günü Mustafa Kemal bir önerge vererek; Meclis içinden bir hükümet kurulmasını, Meclis’te oluşan “milli iradenin” milletin mukadderatına doğrudan el koyduğunu, Meclis’in üstünde bir güç olmadığını, padişah ve halifenin durumunun işgal baskısından kurtulduğunda Meclis tarafından kanunla belirleneceğini teklif etmiş ve oylanarak kabul edilmiştir.
İfade etmek gerekir ki 100 yıl önce bugün açılan Meclis ile “ulus egemenliğine” dayalı yeni bir “devlet” kurulmuştur.
Ulus devlet ve üniter devlet yapısı esas alınmıştır.
Meclis tipi hükümet ile “güçler birliği” anlayışına dayalı bir siyasi yapı oluşturulmuştur.
Bu Meclis, padişaha bağlı ve tabi değildir. Hatta zamanı gelince padişahın durumunu belirleyecektir.
Kısaca ifade etmek gerekirse; padişahın tacı alınıp millete takılmıştır.
Millet padişahın kulu, vatan malı olmaktan çıkarılmış; hukuki, siyasi ve medeni hakları ve konumu yeniden belirlenmiştir.
Meclis’in açılması, ulus egemenliğine dayalı yapısı ve aldığı kararlar, İstanbul Hükümeti ve işgal devletlerine karşı bir meydan okumadır!
Sözün bittiği yerdir.
Bundan sonra silahlar konuşacaktır.
1’inci Meclis, hem “iç cephede” İstanbul Hükümeti ve onun silahlı kuvveti “Kuvay-ı İnzibatiye” ile hem de İngiliz teşvik ve planlaması ile çıkan iç isyanlarla silahlı mücadeleye girmiştir.
Bu mücadele açıkça bir iç savaştır.
İç isyanların zamanlaması ve çıktığı bölgelerdeki “ince ihanet ayarı”, ayrı bir yazı konusudur.
Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmesi ile birlikte daha Mayıs 1919’da “Ali Batı” isyanı ile başlayan bu kalkışmaların sayısı, yılsonuna kadar 10 adet olmuştur.
23 Nisan 1920’de, Meclis’in açılması ile başlayan süreçte, iç isyanlarda belirgin bir artış olmuş ve 1920 yılında 30 civarında iç ayaklanma meydana gelmiştir.
Bu ayaklanmalar ile koordineli olarak Kuvay-ı İnzibatiye harekâtlarının Damat Ferit Hükümeti ve İngiliz işbirliğinde yapıldığı ve Papaz Frew’un etkinlikleri birçok tarihi kaynakta yer almaktadır.
11 Mayıs 1920’de, İstanbul’da kurulan Divan-ı Harp Mahkemesi, Atatürk ve bazı kurmaylarını, gıyabında yargılayıp idama mahkûm etmiş ve bu hüküm kısa süre sonra padişah tarafından onaylanmıştır.
Durum böyleyken belli kesimlerce Mustafa Kemal’e “İngiliz ajanı” yakıştırmaları yapılması veya Anadolu’ya padişah tarafından gönderildiği iddialarının sık sık gündeme taşınmaya çalışılması dikkatlice değerlendirilmelidir.
İç cephede ayaklanmalara karşı mücadele bütün sıcaklığı ile devam ederken, eşzamanlı ve koordineli olarak dış cephede de savaşlar başlamıştır.
Meclis Başkanı Mustafa Kemal’in idaresindeki “dış cephe” savaşı, genel anlamda bir “İç Hat Manevrası”dır. Önce Doğu Dephesi’ndeki tehdit bertaraf edilmiş, buna bağlı olarak, Urfa ve Antep kurtarılmış, sonra Batı Cephesi’ne dönülmüştür. Batı Cephesi’nde önce İtalyan ve Fransız kuvvetleri yurttan çıkarılmış ve final mücadelesi taşeron Yunan nezdinde işgalci İngiltere’ye karşı yapılmıştır.
Yunan kuvvetlerinin Anadolu derinliğine çekilip stratejik savunma ile gücünün tüketilmesi ve ardından Büyük Taarruz ile 14 günde Afyon’dan İzmir’e kadar Yunan işgalinin temizlenmesinin tarihte örneği çok azdır. Bunu takiben milli kuvvetlerin İstanbul’a yönelip İstanbul ve Trakya’nın “Dolaylı Tutum Stratejisi” ile tek kurşun atılmadan kurtarılması, ince bir harp sanatı uygulaması ve ayrı bir konferans konusudur.
İç cephede kırk dolayındaki isyan ile İngiliz-Fransız-İtalyan ve Yunan işgal kuvvetlerinin oluşturduğu tehdit birlikte düşünüldüğünde, yaşananlar çok bilinmeyenli çoklu bir denklem gibidir. Bu denklemi, bu günün koşullarında bile tanımlamak ve çözmek kolay değildir.
1’inci Meclis, ulus egemenliğine dayanan gücü ile bu tarihi vazifeyi başarıyla yerine getirmiş ve bu denklemi çözmüştür. Bununla yetinmemiş ve 1921 “Teşkilat-ı Esasi” (Anayasa), 1922 “Saltanatın Kaldırılması” ve cumhuriyetin ilanı öncesinde “İzmir İktisat Kongresi”ni tertipleyerek vazifesini tamamlamıştır.
Bu noktada, yani daha cumhuriyet ilan edilmeden önce alınan iki karara dikkat edilmelidir.
Bunlardan ilki, saltanatın kaldırılmasıdır ki bu husus, egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa ait olduğunun siyasi olarak perçinlenmesidir.
İkinci karar ise İzmir İktisat Kongresi’dir.
Daha da açık ifadesi ile “Misak-ı İktisadi”nin ilk adımıdır.
Yazının başında ifade edilen “1838 İngiliz-Türk Serbest Ticaret Antlaşması” gibi ekonomik işgal ve hegemonyaya karşı milli iktisat hareketinin başlatılmasıdır.
Sonuç olarak, 100 yıl önce bugün açılan Meclis, tarihi vazifeler icra etmiştir. Bu kapsamda; ulus egemenliğine dayalı bir devlet oluşturulmuş (siyasi yapı, Misak-ı Milli), milli kaynaklara dayalı bir ordu teşkil edilmiş, milli kaynakların verimli kullanılmasına dayalı bir iktisadi yapının (Misak-ı İktisadi) temeli atılmıştır.
Ulus egemenliğine dayalı bu devlet yapımız, çağdaşlaşma ve iktisadi gelişme konusundaki başlangıç noktası ve umut kaynağı olmuştur.
Cumhuriyetimizin ilk 15 yılındaki siyasi ve iktisadi gelişmeler model uygulamalardır.
Aradan geçen 100 yılda neler yaşadığımız ve bugün, bu üç alanda nerede olduğumuz, başardıklarımız ve başaramadıklarımız, tarafsızca değerlendirilmelidir!
– Siyasi yapımız güçlenmiş midir, zayıflamış mıdır? Egemenlik tacı hâlâ ulusun başında mıdır?
– Ordumuz milli kaynaklara dayalı milli yeteneklerle çağdaş bir yapıda mıdır? Dosta güven, düşmana korku vermekte midir?
– İktisadi yapımızla, ulusumuza, insan onuruna yakışır ve refah içinde yaşayabileceğimiz bir zenginlik sağlanabilmiş midir? Cumhuriyet’in ilk 15 yılında olduğu gibi dış borç almadan ve “dış borç batağına saplanmadan” bu memleketin bereketli toprakları ve zengin kaynakları, milli olarak ve bu milletin yararına işletilmekte ve ekonomik gelişme sağlanabilmekte midir?
Yani 200 yıldır aradığımız “çare” bulunmuş mudur?
Bugün, bu soruları sormak ve cevaplarını içtenlikle araştırmak, 100 yıl önce, kanları pahasına, devletimizi kuran ve bu toprakları bize vatan yapan aziz atalarımıza karşı bir minnet borcudur!