Her sabah gün doğuyor, ortalık aydınlanıyor; bir zaman sonra batıyor, her yer yine karanlık. Ertesi gün yine öyle, sonraki gün yine… Her gün, bir öncekinin aynısı.
Ne kadar sıradan, ne kadar tekdüze, ne kadar monoton!
Yaşam ne kadar basit, değil mi?
İnsanlar doğuyor, bir süre hayatta kalıyor ve ölüyor. Bu süreç, her insan için aynı. Sadece hayatta kalış süresi, dünyaya geliş ve gidiş şekli değişiyor; ama başlangıç ve son birbirinin aynısı.
Ne kadar sıradan, ne kadar tekdüze, ne kadar monoton!
Sadece başlangıcına ve sonuna bakarak karar verdiğimiz, değerlendirdiğimiz her şey için bu böyle. Hiçbirinin bir diğerinden farkı yok.
Tüm günler, tüm yaşamlar karbon kopya!
Oysa bugünümüzü, dünden, önceki günden ve hatta yarından farklı kılan, o gün içinde yaşadıklarımız ve yaşattıklarımız.
Yaptığımız her şey, sadece bizim değil, başkalarının da yaşamını değiştiriyor, sıradanlıktan uzaklaştırıp silinmeyen ve asla silinmeyecek izler bırakıyor.
Bıraktığımız izler güzelse, kendi yaşamımıza da, dokunduğumuz yaşamlara da mutluluk dolu anlar ekleniyor birbiri ardı sıra.
Güzel değilse bırakılan izler? Güzellikleri beklemekle geçiyor günler. Güzellikler gelsin ki, üzüntülerimizi alıp götürsün diye umutla bekliyoruz.
İlginçtir; minicik bir mutluluk için dağlar gibi mutsuzluklara cansiperane direniyor, o mutsuzluklarla inatla savaşıyoruz.
İlginçtir; kurak bir çöle düşen birkaç damla yağmurdan farksız olan o minicik mutluluk, o hiç bitmeyecek sandığımız mutsuzluklarımızı unutturmaya yetiyor, adeta yeniden doğuyoruz.
Tüm yaşamımız, o kendisi minik ama bize yaşattığı mutlulukları çok büyük olan “o an”ları aramakla geçiyor aslında.
Mutluluk dediğimiz şey, “o an”ların yaşamımızda bıraktığı izlerden başka bir şey değil.