EDEBİYAT 

BİR MARTININ İADE-İ ZİYARETİ

Son anda yetişebildim vapura. Üst kata çıktım bir koşu. Hava çok soğuk olduğu için dışarıda oturan kimse yok. Tek başıma, içime işleyen rüzgâra inat oturdum banka. Üstelik iyice kenara yanaştım. Vapur düdük çala çala ayrıldı iskeleden. Şimdi Haydarpaşa Garı’nı geçecek. Martılarda da sessizlik hâkim. Normalde ciyak ciyak öterlerdi tepemde. Artık aç martı kalmadı diye düşündüm. Hepsi birer obeze dönüştü.

Bu esnada bir tanesi uçmaya başladı vapurun üstünde. Gözlerinin doğrudan bana baktığını hissediyorum. O kadar dikkatli bakıyor ki ürküyorum tek başıma. Aklıma ‘Kuşlar’ filmi geliyor. Martı iyice yaklaşıyor. Gagasının kımıldayışından benimle konuşuyor hissine kapılıyorum. İçeri kaçmakla merak etmek arasında gidip geliyorum. Cesur değilimdir aslında; ama bu kez ağır basan, merak duygum oluyor. Ürpermiş bir halde bakarken gelip yanıma konuyor. Sanki bir arkadaşımmış da uzun zamandır beni arıyormuş gibi. Gözlerini gözlerime dikip başlıyor bir şeyler söylemeye.

Bir şeyler söylüyor da ne demek, bu rüya olmalı demeye kalmadan sesleniyor bana:

– Artık simit de atmaz oldun. Al şu parayı da tost yaptır bari.

Tüylerinin arasından sarı bir lira çıkartıyor gagasıyla. “Çift kaşarlı olsun” diye de ekliyor.

O anda aklımdan geçenler:

– Bir rüyayı ilk kez bu kadar canlı görüyorum.

– Kamera şakasına yakalandım ben de sonunda.

– Demek ben de sanal bir gerçeklik hissiyle ölecekmişim.

– Parayı da severim. Bu sarı şey altın olabilir mi acaba?

– Saygıyı hak eden bir duruşu var bu martının.

– Acaba altının devamı var mı?

– Boğazını sıkıp varsa başka altın onları da alsam. Durumum da çok kötü.

Martı konuyor, konuşuyor, sitem ediyor, sipariş veriyor, para uzatıyor. Aslında uzun zamandır bazı ruhsal sıkıntılarım var. Hem iş hem de sağlık sorunlarımın yarattığı anksiyetelerim gündelik hayatımı etkiliyor. Bu dönem, maddi açıdan da beni çok zor durumda bıraktığı için iyi hissetmiyorum kendimi. Ama bu kadar kötü olduğumun da farkında değildim.

Yerimden kalkıp vapurun alt katına iniyorum. İçerisi sıcak ve kalabalık… Kantine doğru yürüyorum.   Çift kaşarlı bir tost ve iki çayla dönüyorum. Kantinciye uzattığım sarı lirayı son anda fark edip tekrar cebime atışımı ve son kâğıt paramı da burada harcayışımı düşünüyorum martıya doğru yürürken. Demek delirmek böyle bir şeymiş. Bir kuşla sohbet edebiliyor, onun çay eşliğinde tost yemesini izleyebiliyor ve ondan para alabiliyorsun. Yanında pos cihazın olsa kredi kartıyla ödeme yapabileceğinden zerre kadar şüphe etmiyorsun.

Gagasıyla bacaklarıma dokunarak beni kendime getiriyor. Tosttan memnun. Çayın biraz soğuk olduğunu söylüyor. “Havadandır” diyorum. “Bardakları önce sıcak suyla çalkalamaları lazım soğuklarda…” Bildiğiniz sohbete katılıyorum ben de.

Kızkulesi’ni geçerken hareketleniyor. Buranın martılar için ne kadar mucizevi ve kutsal bir yer olduğunu anlatmaya başlıyor. En uzun dalışı burada yapabildiklerini, kulenin zemin eğiminin suyun içerisinde yol almalarını kolaylaştırdığını söylüyor. Sonra bir süre sessizliğe bürünüyor. Gayriihtiyari yüzünü incelemeye başlıyorum. Bir şey söyleyip söylememek arasında tereddüt ettiğini düşünüyorum. Onun da benim yüzümü incelediğini fark ediyorum. Söyleyeceği şey için bir ön hazırlık sanki. Bir güven ve ketumluk arayışı.

Sana şimdi söyleyeceklerimi,” diyor, “bizim dünyamız dışında bilen tek kişi sen olacaksın. Ve ölene kadar seninle yaşayacak. Eğer buna sadık kalmazsan, seni bu vapurda bulduğum gibi tekrar bulmam zor olmaz”… Korkmuyorum dersem yalan olur. ‘Kuşlar’ filmi bir kez daha aklıma geliyor. Hatta yapımcının bunlar olabileceğini bile düşünüyorum. Gözlerime dikkatlice bakıp, “Evet, bizdik” diyor. O filmden sonra neredeyse dokunulmazlığa sahip olduklarını gururla belirtiyor. Aynı fikirde olduğumu, aklımı da okuyabilen bu efendiye saygıyla iletiyorum.

Anlatmaya devam ediyor ve yaptıkları bu özel dalışın otuzuncu metresinde gizli bir geçit olduğunu ve ancak doğru açıyla uçup yine doğru açı ve hızla dalış yapabilenlerin bu geçide ulaşabileceğini belirtiyor. Az sayıda ve seçilmiş martının bu bilgiye sahip olduğunu da ekliyor.

O geçidin içerisinde ne olduğunu soruyorum. Çok geniş bir mahzen olduğundan, suyun kesinlikle içeriye girmediğinden, Boğaz’ın akıntısının yoğun olduğu ya da kış aylarının inanılmaz soğuk olduğu zamanlarda kullandıkları bir sığınak olduğundan bahsediyor. Ve gözlerimin ışıldamasına neden olacak şu cümleyi de ilave ediyor:

Mahzende, biraz önce sana verdiğim sarı liradan binlerce var. Yıllardır tepenizde dolaşarak izliyorum sizi. Buna ne kadar önem verdiğinizi de çok iyi biliyorum.

Seni tanıyalı bir yıl oldu” diye devam ediyor konuşmaya. İyi kalpli oluşumdan, kimseyi kırmamaya çalıştığımdan, kendisini sürekli beslememden bahsediyor. Özellikle soğuk kış günlerinde tek başıma güvertede oturup simidimi paylaşmamın kendisini etkilediğini anlatıyor. Bir sürü gözlemini daha paylaşıyor; ama asıl cümleyi sonunda söylüyor:

Seni o mahzene götürmeye karar verdim. Bunu bizimkilere kabul ettirmem zor oldu; ama sonunda ikna ettim. İstediğin her şeyi istediğin miktarda alabilirsin.

Şaşkınlıktan ve sevinçten âdemelmam şınav çekiyor. Gözlerim yaş dolu, büyük bir heyecanla sarılıyorum martıya. “Yarın akşam 9 vapurunda buluşalım” deyip uçarak uzaklaşıyor Beşiktaş’a yaklaşırken. İmkânım olsa ben de uçacağım arkasından.

Gözüme uyku girmeden bir günden fazla zaman geçiriyorum. Yaşadıklarımın gerçek olduğuna inanmış, heyecanlı, sevinçli, ürkek; ama hâlâ rüya içinde rüya olup olmadığına emin olmadan akşamı zor ediyorum. Vapurun üst katındayım yine. Hem karanlık hem de dondurucu bir soğuk var. Neredeyse bir tek ben varım. Korku halim çok daha ağır basıyor. Vazgeçmeyi bile düşünüyorum. Kendimi deli olmadığıma da ikna etmeye çalışıyorum bir yandan. Bekleyip görelim bakalım…

Havada bir martı hareketliliği yok. Sakin bir Boğaz havası…  Kızkulesi’ne doğru yaklaşırken birden 20-25 kadar martının vapurun üzerine geldiğini fark ediyorum. Salacak’ın ışıkları beyaz tüylerinden yansıyor. Üzerime doğru gelip kollarıma ve omuzlarıma konuyorlar. Çekiştirerek atlamamı istiyorlar hareketleriyle. Deli olduğuma ikna olmuş olmalıyım ki bırakıyorum buz gibi suya kendimi. Bir anda martılar dört bir yanımdan gagalarıyla tutup hızla suyun dibine çekiyorlar beni. Su altında nefes tutma rekorumun 80 saniye olduğunu düşünürsek uzun zamanım yok. Çok hızlı bir şekilde iniyoruz derinliklere. Basınca artık dayanmayacağımı düşünürken bir boşluktan geçip garip bir yere ulaşıyoruz.

Gerçekten de mahzen gibi çok geniş bir alan. Üstelik kuru ve soğuk değil. O geçitten nasıl geçip buraya ulaştığımızı, buranın nasıl kuru kalabildiğini mevcut bilgi dağarcığımla çözmem mümkün değil. Gözüm ve aklım etrafı kaplamış olan sarı, gümüş rengi para ya da altın benzeri şeylere kilitlenmiş durumda. Yıllarca cenneti yukarıda aramışız. Oysa şimdi Boğaz’ın dibinde olanca parıltısıyla duruyor. “Acaba,” diyorum, “darphanede aslında para basılmıyor da para mı çıkarılıyor”?

Diğer martılar bir kenarda bekleşirken benimki yanıma geliyor, “Bu hayattaki ödülünü sana biz sunacağız” diyor:

Seni seçtik ve şereflendirdik. Şimdi burada dilediğin kadar kal. Altınların yanında duran torbaya, çıkarabileceğin kadar doldur ve sonra burada yaşadığın her şeyi unut. Bir de çıkış saatini iyi ayarla. 4 saat sonra çıkman gerekiyor. Hem dip akıntısı yükselecek ve seni yukarı taşıyacak hem de karanlıkta kimse fark etmeyecek.

Bunları söyledikten sonra hep birlikte geçit tarafına doğru gidip gözden kayboluyorlar.

Boğaz’ın altında bir mahzen, mahzende altınlar, bir torba ve ben. Fantastik bir hikâye için bile fazla iddialı. Bir deli içinse fazla planlı görünüyor. En doğrusu, her şeyi olduğu gibi kabul ederek akıl sağlığımı ve sınırlarımı fazla zorlamamak. Demek ki benim yaşam piyangom da böyle olacakmış. Şu anda önemli olan, torbayı olabildiğince altınla doldurarak yukarı çıkmayı başarmak… Sonrasını hayal etmek bile çok güzel.

Altınları ve değerli olduğunu düşündüğüm paralardan alabildiklerimi torbaya dolduruyorum. Çok ağır; ama taşıyabileceğimi biliyorum. İçimdeki coşkunun ve sevincin can yeleği, ikimizi de yukarıya çıkaracak. Ayaklarımı uzatmış saatin dolmasını bekliyorum. Uykusuzluk, yorgunluk ve mutluluğun birleşimi dayanılmaz bir uyku hali yaratıyor. Gözlerimi açmakta zorlanıyorum ve dalıyorum.

Saatimin alarmını kurmuş olmam çok akıllıca olmuş. Zor da olsa uyanıp hemen torbamı sırtlıyorum. Geçidin ağzına gelip yukarıda pencere gibi bir yerden görünen suya kendimi bırakıyorum. Torbanın onca ağırlığına rağmen akıntı çok hızlı bir şekilde yukarıya itiyor beni. Sanki lunaparkta bir oyun havuzunda gibiyim. Nefesimi tutarak ve su yüzeyine ulaşmanın sabırsızlığıyla yükseliyorum. Çıkışıma saniyeler kaldı. 6-5-4-3-2-1 ve yukarıdayım. Torbam sırtımda. Derin bir nefes alıp kulaç atmak için sahil tarafına döndüğümde, başımı ortalamış gelen Üsküdar Vapuru’nu fark etmekte geç kalıyorum…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar