EDEBİYAT 

ACILAR PATİKASI

Yorgunluktan kollarımı kaldıramayacak haldeyim. Ne kadar zamandır yüzdüğümü hatırlamıyorum bile. Hâlâ hayatta olmam, ucuz bir can yeleğinden. Zaman kavramı kayboldu. Yön duygum kayboldu. Aslında çok daha fazlasını yitirmiş durumdayım bu acımasız denizin ortasında.

Keşke ismi kadar güzel ve durgun olsaydı Ege. Oysa içine girdikten sonra ne kadar da saldırganlaştı. Ucuz malzemeden yapılmış bir botun içinde 20 kişiyle bata çıka gitmeye çalışırken, yaşamak ancak ve ancak bir mucize olabilirdi. Ama bir mucizenin anlamlı olabilmesi için sevdiklerinle birlikte gerçekleşmesi şartmış. Oysa ben kaybettim sevdiklerimi, canlarımı, anlamlarımı. Nasıl kaydı ellerimden, varlığımı varlığına adadığım küçük Meryem’im. Ve Zahra’mın, ilk aşkımın, ilk öpüşümün, ‘her şeyde ilk’imin son bakışı bana. Acıtan bakışı, seven bakışı, yalvaran bakışı. Çığlıklar, çığlıklar, çığlıklar…

Ege’de, evimizden binlerce kilometre ötede hayatımın sonuna geldim artık. Mana olarak bitirdim, tıbben bitmeme de az kaldı. İçgüdüsel çabalarım giderek yavaşlıyor. Bir öğretmen olarak, üstelik tarih dersi veren birisi olarak savaşın ne kadar yıkıcı olduğunu anlatamamışım yeterince. Savaşın kazananı olamayacağına inandıramamışım kimseyi.

Yeni ve umutlu bir başlangıcı hayal ederken hayata veda ediyorum. Yaşım, yolun yarısında sayılır; ama son bir yılda binlerce yıllık acı yaşadım. Vatanımı kaybettim. Annemi, babamı, kız kardeşlerimi ve öğrencilerimi aldılar benden. Gözlerimin önünde, kucağımda ve yardım çığlıklarıyla yittiler…

Acının ne demek olduğunu yaşayarak öğrenmek en acısıymış, bunu anladım. İnandıklarım, bir kitabın sayfalarında silinip gitti. Göğe baktığımda, sadece zalim bir boşluğu gördüm. Şimdi burada, batıp kaybolmama izin vermeyen can yeleğimle ve denizin ortasında, isyanımı, hıncımı ve gözyaşlarımı kime savurayım?

İlk bomba patladığında, ilk silah atıldığında ve ilk insan öldüğünde meğer ne kadar geç kalmışız. Hesaplar çoktan kesilmiş, köşeler kapılmış, yollar tutulmuş. Üç hamlede çoban matı yaptılar bizi. Ölülerimizi gömemedik bile. Üç beden, iki bavul ve bir ülke ağırlığında acıyla yürüdük Kilis’e doğru.

Göçerken, kaçarken ya da saklanırken zihnin bir savaş alanına dönüyor. Gururuna, onuruna, insanlığına ve korkaklığına karşı savaşıyorsun sürekli. Bir tek, düşmanla savaşmıyorsun. Bilmiyorsun ki düşman kim… Üstelik bilsen de bir şey fark etmiyor bir süre sonra. Savaş, evine girmişse eğer; eşini, sevdiklerini ve kendini kurtarma duygun daha baskın çıkıyor.

Kilometrelerce yürüdüğün, çadır kamplarda kaldığın ya da otogarlara sığınıp köprü altlarında süründüğün her gün, savaşın biteceğini ve tekrar evine dönebileceğini hayal ediyorsun. Hayal kurabilmek, umudunun ve yaşamının marş dinamosu çünkü… O yoksa sen de olmuyorsun.

Kaybedenler için rota hep aynı bu savaşta. Kendi patikamızı izliyoruz bir ulus olarak. Kilis’te başlayan, İstanbul’a çıkıp oradan İzmir’e giden bir yol. Yolcular da, yol da, kader de benzer. Patika, denizde son bulup su da iz tutmayınca kayboluyoruz kalabalıklarca.

Son kulaçlarıma geldim ben de. Kalan gücüm can yeleğimi çıkarmaya ancak yetecek. Yalnız ölmenin tam karşılığıyım şimdi. Yüklendiğim bütün acılarımın ağırlığıyla batıyorum dibe doğru. Göğün rengi soluyor… Soluyor… Soluyor… Belleğimin en kısa metrajlı filmi yansıyor gözlerime; minik bir denizkızı, annesinin ve babasının kollarında mışıl mışıl uyuyor…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar