EDEBİYAT 

ÇIRA

Bilinmeyen bir gezegende yeni bir yaşamı keşfeder gibi taşları incitmekten çekinerek basıyordu nehir kıyısında yürürken. Bu rakımda denizyıldızı bulunmuş. Kaçıncı jeolojik zamana denk geliyor, denizin buralardan geçişi?

Etrafa bırakılmış çöpler olmasa bu ıssızlıkta kendini tanrısız kalmış bile sayabilirdi. Hiç bu kadar büyük kayalar görmüş değildi. Düz ovada doğmuş olmak ne fena, kayalarla geç tanışmak.

Denize özlem duymaya utanıyor insan.

Dağlardan niye korkuturlar, anlamam. Annem dağ deyince eşkıyayı ardı sıra getirirdi. Belki bundandır. Köye giderken camdan dağ görünse geçene kadar kapardım gözlerimi.

Ne kadar görmezden gelinebilir ki bir dağ…

Geleli bir yıl olmuştu. Kardeşimin “Abla burası dağ taş, sen sıkılırsın, bir-iki yıla dönersin” deyişi gülümsetti beni şimdi.

Yaprağın, suyun ve maviyi amansız yırtan soluksuz zirvelerin aynı düzlemde buluştuğu bir vadi…

Doğayla karşılaşınca romantikleşiyor insan. Biraz zorlanılsa aşktan bile söz edilebilir.

Etrafı gözetledi, eline aldığı taşa uzun uzun bakarken. Tepelerden binlerce göz onu izliyormuşçasına taşa bakışını meşrulaştırmak için fotoğraf makinesini çıkardı. Kimse yoktu suyun sesinden başka. Kaç saattir yürüyordu… 

Kutsal mekân kabul edilen bir suyun önüne geldi. Yolun karşısına geçip içmek istedi sudan. Acı su. Sodalı, güzeldi yine de. Suyun başındaki taşlardan ziyaretin tarihçesi var. Özellikle mi uzun asırlık kitabe gibi okunaksız yazıyorlar acaba? Hâlbuki yeni yapılmış taşlar.

Suyun karşısına, nehir kenarına da bir çardak yapmışlar, gelenlerin kurbanlarını asmaları için bir de çangal.

Çardağa oturup akışın hızına bırakmak istedi. Tek tük geçen arabalar olmasa su çakımından başka insanı hatırlatabilecek hiçbir şey yok.

Birkaç işçi gelip elini yüzünü yıkıyor ziyaret suyunda, bahar ama güneşte çalışıyorlar belli ki. Garip bir tedirginlik duydu önce; ama duyduğu tedirginlikten çok geçmeden utandı. Issız bir yerde tek başına yürümüş, “Dağ başı mı burası!” diye atılan naralardaki dağ başıydı, evet; insan görene kadar huzurluydu. Tedirginliği gören biri:

– Kızım, sen hangi köydensin?

– Ben yabancıyım, amca. Dışardan geldim.

Ziyareti göstererek, “Yurtdışından bile görmeye gelirler. Ziyaretlerimiz çoktur” dedi.

Ziyaret için gelmemişti; ama o an öyle düşünmenin onu mutlu ettiğini görünce “Evet” deyiverdi birden. Onlara ait olanı görmeye gelmişti. Bu değerliydi. Domates, peynir, biber, yeşillikten ve oraya has mayalı ekmekten oluşan sofralarını kurarken, “Kızım, gel” dedi demin konuşan işçi. “Yok, ben de gitmek üzereydim zaten” dedi.

Onların mahremine izinsiz girmiş de özür dilemenin bile anlamsız kalacağı bir noktada durur gibi ne yapacağını şaşırdı o an. Sigarasını çıkardı. “Çıkarmaz olaydım, çakmak düşmüş.” Aranıp bulamayınca uzattılar hemen, “Gençsin, içmesen iyi ya” dediler.

Yaşadığı şehri düşündü. Hava az karardı ya da az işlek bir caddede bile yürürken bir yerlerden aniden çıkması muhtemel kötülükleri aklına getirdi.

Kalkacaktı onlar yemeğe başlamadan. Gölge onların hakkıydı. Köylerini, az ilerdeki baraj inşaatında çalıştıklarını anlattılar. Ziyaret suyuna yöneldi yeniden. Gelirken nehrin kenarından arşınladığı yolu bu taraftan dönecekti. Hiç konuşmayan en genç işçi – yaşı on dokuz var ya da yok – yanına geldi hızlıca, “Bunu yak, abla. Dileğin kabul olur. Evde yapıyoruz” diyerek iki tane çıra verdi. Çakmak olmadığını da unutmayıp beraberinde vermişti. Ne diyeceğini bilemedi. Cılız bir sesle “Sağ ol” diyebildi.

Dönüş yoluna girince hafiften başlayan kırkikindi şiddetlenecekti belli ki.

Ya çıra sönerse…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar