YAŞAM 

DEPREM, YARALI RUHLAR, YAS

O gün… Saat 4.17…

“Canım,” diyor, “Canım, uyan, sallanıyoruz.”

Uyanığım aslında, gözlerimi açmak istemiyorum.

“Canım, uyan! Deprem oluyor!”

Ellerimiz kenetleniyor. Gözlerimi ağır ağır açıyorum. Tepemizdeki avize sallanıyor.

Şıngırrr şıngırrr şıngırrrr…

“Canım,” diyorum, “Canım, elimi bırakma. Bitsin, öyle kalkalım, düşeriz.”

Çok, çok sallanıyor. Yüksek kattayız, Hızla düşünüyorum: Buradan inemeyiz, deprem anında binanın çatısına çıkın diyorlarmış, çatıya da çıkamayız. Üstte 5, altta 9 kat var. Hangi yolu daha kısa sürede alabiliriz? İnmek daha kolay. Ama önce sarsıntı bitmeli.

“Bit artık! Bit artık! Bit!”

Bitmiyor.

Bir buçuk dakikanın ne kadar uzun olduğunu bu depremi yaşayınca anladım.

   BİRİNCİ GÜN…

Bütün kış yağmuru bekledik Adana’da. En çok yağış alan aylar bahar gibi geçip gitti, şimdi yağmur yağıyor. O korkulu anlar nasıl geçti de bahçedeyiz, nasıl indik, bilmiyoruz. Bütün site sabaha karşı o saatte aşağıda… Herkes arabasına biniyor, nereye olduğunu kestiremediğim bir şekilde sert manevralar yapıp bir an önce uzaklaşmaya çalışıyor. Çoğu komşumuz Adanalı muhtemelen, ailesinin tek katlı evine, belki köye, yazlığa, yaylaya gidiyor. (98 depreminde de öyle olmamış mıydı? O zaman dört katlı bir binadaydık, yaz başıydı. Binayı kendisi yapan inşaat mühendisi ev sahibimiz bile “Ev sağlam, her şey size ve Allah’a emanet” deyip yaylaya gitmişti. Adana’da üniversiteden başka gidecek yeri olmayan biz ve alt kat komşumuz öylece evin önünde, arabanın içinde kalakalmıştık.)

Yağmurun altında, çabuk çabuk üstümüze geçirdiğimiz kıyafetlerimiz, önleri açık montlarımızla şaşkın bakınıyoruz.

“Nereye gideceğiz?”

Henüz bilmiyoruz. Kabuğumuz olan yuvamız yukarıda. Nasıl kolayca terk ettik, kapıyı çekip çıktık… Şimdiden yabancılaştık ona.

Arabamıza geçiyoruz. Durmadan yağmur yağıyor. Hava hâlâ aydınlanmadı, karanlık. Sokak lambaları yanıyor. Arabamızı iki elektrik direğinin ortasındaki bir boşluğa, yol kenarına park ediyoruz.

Yağmur durmadan yağıyor. Yine sallanıyor muyuz?

   BİRİNCİ GECE…

Eylül Büfe’deyiz. Her zamanki arkadaşlarımızdan bir kısmı orada… Herkes sürekli tweetlere bakıyor. Depremin şiddeti, süresi, etkilediği alan, yüzeye ne kadar yakın, hangi fay kırıldı, şimdi bu hangi fayı tetikler?.. Telefonlaşmaya çalışmalar: Nereler yıkıldı, kime ne oldu? Ne yapmalıyız? Karışık. Her şey çok karışık. Söylenenler, bilgi diye aktarılanlar, gelen haberler… Başka zamanlarda sohbet ettiğin insanlara da yabancılaşmışsın. Kriz zamanlarını herkes farklı tepkiler vererek yaşıyor belli ki.

Arabamıza sığınıyoruz yine. Hava buz gibi. Yağmur dindi, öğleden sonradan beri. Dizlerimize battaniyelerimizi örtüp oturduğumuz yerde biraz uyumaya çalışıyoruz. Bütün tehlikeyi göze alıp öğleyin eve girince aldık battaniyeleri, zaten ikinci depremi de o arada yaşadık yine onuncu katta.

   İKİNCİ GECE…

Pek çok tanıdığımız kenti terk etmiş. Telefonlaştıkça öğreniyoruz. Soruyorlar, “Siz ne yapıyorsunuz, neredesiniz?”

Sahi, biz neredeyiz?

* * * * *

Yaşadığımız şok arasında depremin şiddetini öğrendik. Merkez üssünün Pazarcık olduğunu… İkinci bir deprem daha olduğunu, artçı değil… Öğleyin binada yakalandığımız sarsıntının o ikinci depreme ait olduğunu… On ilin depremden etkilendiğini… Adana’nın kuzeyinde, kentin en gözde semtlerinde binaların yıkıldığını, insanların –ki pek çoğu ile yolumuz bu kentin sokaklarında bir yerlerde kesişmiştir, öyle bir kenttir Adana– enkazın başında yakınlarını enkazdan çıkarmayı beklediğini…

Kentin birden hayalet kente dönüştüğünü, ilk gün kapalı olan dükkânların, marketlerin tek tük açılmaya başlandığını…

* * * * *

Maraş’ın, Elbistan’ın, Hatay’ın, İskenderun’un yıkıldığını öğrendik. Gaziantep’in, İslahiye’nin… Kentlerin enkaz yığınına döndüğünü, enkaz altında çok canın kaldığını, kurtarılmayı beklediğini…

Soğuk, koordinasyon bozukluğu, yardımların her noktaya ulaşamaması, kurtarma çalışmalarının yetersizliği… Kayıplar… Pek çok acı haber…

Yüreğim ahhhhhhhh’larla dolu bir yangın yeri…

   ZAMANIN YİTTİĞİ SONRAKİ GÜNLER…

İnsan insana iyi gelir. İnsanın insana iyi gelebilmesi için önce insanın iyileşmesi gerekmez mi?

Adana, depremin merkezi değil ama biz de depremi çok şiddetli bir biçimde yaşadık. Üstelik Çukurova Üniversitesi’nin öğrencilerinin çoğunluğu depremi yaşayan bu on ilden. Pek çok öğrencimizden aldığımız kötü haberlerle de yaralanmış durumdayız. Nasıl iyi geleceğiz birbirimize?

Yastayım. Herkesin yas tutma süresi, biçimi kendine göre…

Önceden okuduğum, okuyup beğendiğim kitapları karıştırıyorum:

Bizim müjdecimiz güvercin değil, Köpekli Çocuklar. Doğanın da insanın da yaşadığı, yok oluşa direndiği haberi onlardan gelecek. Bir umut ışığı her zaman vardır. Belki dağın öte yanındaki topraklar sellere kapılmamıştır henüz. Belki savaş bitmiştir. Zeytinlikler yeniden yeşerir, güvercinler döner. Binlerce yıl öncesinden gelen tufan hikâyeleri hâlâ anlatılıyorsa, döngüsel yeniden doğuşa inanmamak için bir nedenimiz yok.” (s.74)

Oya Baydar’ın ‘Köpekli Çocuklar Gecesi’ romanı, pandeminin ilk aylarında iyileştirmişti ruhumu. 2019’un Ekim ayında yayımlanan romanı, pandemide okumuş; kitapla ilgili bir yazı (*) yazmıştım Son Baskı’ya. O zaman da çok büyük bir belirsizlik, bilinmezlik içindeydi bütün insanlık. Ülkece yine karamsar olduğumuz, yine bilgi kirliliğinin doruğa çıktığı bir süreçten geçiyorduk. Yine haber programları günlük hasta sayıları ile “Bize umut oldu” diye sunulan iyileşen sayılarına odaklanmıştı; şimdi “umut” diye sunulan şu kadar saat sonra enkaz altından çıkarılan depremzedelere odaklanıldığı gibi.

Çok acı, acının bin bir türünün yaşandığı zor bir süreç. Zaman kavramını yitirdiğim bir akışın içindeyim. Pek çok zorluk ve olumsuzluk birbirini kovalıyor. Elimizden ne gelir? Ne gelirse onu yapabilme çabasındayız. Sahada olamasak da iletişim ağlarıyla belki bir faydamız dokunur.

Sert üsluplar, suçlamalar, siyasilerin kendi aralarındaki çekişmeler… Hepsi çok yorucu!.. Bütün sözcükler tüketilince söylenenlerin de bir değeri kalmıyor. Bir de yaralı insanlar, başka yaralılara laflar saydırmaz mı?

Herkes yasını bildiği gibi yaşasın. Ağıtını kendine göre yaksın. Kimi şiir yazsın, kimi şarkı söylesin, kimi sussun, konuşmasın.

Elbistan yıkıldı. Kızım, 2018 Ekim’inde Elbistan Devlet Hastanesi’nde göreve başlamıştı. Ceyhan Nehri’nin doğduğu dağın eteğinde Pınarbaşı’nda piknik yapmıştık o yıl. Kaldığı evin penceresinden Şar Dağı görünürdü, sabah güneşin doğuşunu izlerdim. Nöbetçiyse, yorgun gelmişse kızım uyuyor olurdu o saatlerde. Elbistan Devlet Hastanesi’nin bulunduğu yere “Kara Elbistan” denirdi. Çünkü kent önceden orada kuruluymuş ama büyük bir depremde yıkılmış, sonra da şimdi bulunduğu bölgeye doğru yerleşmiş. Pazarcık ve Ekinözü depremleriyle şimdiki Elbistan da yıkıldı. O kentle ilgili anılarımız da yaralandı bu depremle. Soruyor kurumum bana: “Depremde kaybettiğin yakının var mı?” Kızımın dokuz ayını geçirdiği o kente defalarca gittim, çarşısında yürüdüm, baharatçılarından alışveriş yaptım, yemek yedim, suyunu içtim. Bizi otogara bırakan, oradan alan, kızımı hastaneye getirip götüren bir taksici vardı, gide gele ahbap olduğumuz, hikâyesini bildiğim. Bütün bunlar da o kentle akrabalığa, onları yitirmek yakınını kaybetmeye girer mi? Bilmiyorum.

Büyük bir acı yaşıyoruz çok geniş bir bölge olarak, on (sonradan on bir oldu) kent, nerdeyse on dört milyon insan. Artçıları hâlâ yüksek şiddette devam eden bir deprem bu.

Uzun bir süreç var önümüzde, hepimiz için. Kimsenin hayali değilken yerinden yurdundan ayrılmak zorunda kaldı pek çok insan. Bu bile başlı başına bir yara değil midir? Aynı yerden yara alanlar değil, yara almayanlar da bunu anlarsa işte o zaman “insan insana iyi gelecek”.

Antakya’yı gezmiştik çocuklarla. Bir arkadaşlarının düğünü için gitmiştik, 2021 sonbaharıydı. Tersine akan Asi Nehri’nin kıyısında bir fotoğrafımız kaldı, dördümüzün de yüzü gülen. Fotoğrafa not yazmışım “İçinden nehir geçen kentler” gibi bir şey. Museum Hotel’in temelleri atılırken kazılan alanda çıkan mozaikleri gezerken kentin altında kaç katman olduğunu ve kaç ayrı kent kurulduğunu düşünmüştük.

Samandağ’a başka zaman gitmeyi planlamıştık, daha geniş bir zamanda gezmeyi düşünerek. Yine romandan bir bölümü hatırlıyorum:

“‘Kara bulutlar dağıldı, yağmur dindi, gökyüzü masmavi’ diyordu kadın. Sesi sakindi, yumuşacıktı. ‘Pişman mısın?’ diye soruyordu adam. Hayır, tek pişmanlığım Maldivler suya gömülmeden oraları görememiş olmak. Bir de Antarktika’da imparator penguenleri görmek isterdim.” (s.12)

Ve yine Nisan 2020’deki yazımın son sözü şuydu:

Her çağ türlü türlü yollarla kendi felaketini yaşıyor. Tükeniyor… Sona geliyor… Tam her şey bitti derken o inatçı, dirençli ya da azimli diyelim taşların arasından kendine yol bulan adı konmamış bitkiler gibi yaşam yeniden canlanıyor. Yeter ki mağdurların masumiyetine, iyiliği ve umudu yüreklerinde taşıyan gençlere ve çocuklara olan inancımızı yitirmeyelim…

* * * * *

Kaybedilenleri, kaybolanları, resmi kayıtlarda bir sayı bile olamayanları… Yollarında yürüdüğüm kentleri yitirdim. Bildiğim, tanıdığım, tanımadığım canları kaybettim, yaşayanların gözlerindeki ışığın söndüğünü gördüğüm yaralı bir zamandan geçiyorum. Umut, yüreğimin bir ucunda dursun; şimdi yastayım.

(*) Neşe Apaydın’ın “KORONA GÜNLERİNDEN ‘KÖPEKLİ ÇOCUKLAR GECESİ’NE DOĞRU MU?” başlıklı yazısını okumak için tıklayabilirsiniz

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar