KORONA GÜNLERİNDEN ‘KÖPEKLİ ÇOCUKLAR GECESİ’NE DOĞRU MU?
-ADANA-
Köpekli Çocuklar Efsanesi… “Bir yanıyla bakarsan yoksul, kimsesiz, yersiz yurtsuz, zavallı çocuklarla başıboş sokak köpekleri, öte yandan bakarsan bir masal, bir efsane…” (s. 55) diyor Adam…
Bir masal… Belki efsane… Belki kâbus…
Üç haftadır pandemi ile yatıp kalkıyoruz. Alıştığımız, alıştığımız için de “normal” diye nitelediğimiz hayatlarımızın akışı tamamen değişti. Önceden de bu hızda okuyordum; ama sanki bu süreç okumak eylemini daha görünür kıldı. Bu hafta okuduğum son kitap, arka kapak yazısında “edebiyatımızın ilk ekolojik distopyası” ibaresiyle küresel iklim krizinin anlatıldığı ‘Köpekli Çocuklar Gecesi’ oldu.
‘Köpekli Çocuklar Gecesi’, Oya Baydar’ın son romanı. Eylül 2019’da basıldı. Hemen aldım; ama özellikle sonbahar ve kış ayları boyunca Yazarlarevi etkinlikleri dolayısıyla başka okumalar ve hazırlıklar içinde olduğumdan kitabı okuma fırsatını yeni buldum. Şimdi düşünüyorum; ülke, aslında bütün dünya korona salgınıyla mücadele ediyorken sanki tam da bugünleri beklemiş roman masamda…
Oya Baydar’ın, 1991’de yayımlanan ilk kitabı ‘Elvada Alyoşa’dan beri her yazdığını okudum. Oya Baydar, 1940 doğumlu bir sosyolog, akademisyen. Sosyalist kimliği nedeniyle 1971’de 12 Mart sonrasında üniversiteden ayrılmış. 12 Eylül sırasında da yurtdışına çıkarak 12 yıl Almanya’da sürgünde yaşamış. ‘Elvada Alyoşa’daki öyküleri o süreci anlatır. İlk romanı, kedilerin ağzından anlatılan ve 1993’te yayımlanan ‘Kedi Mektupları’ da aynı sürecin hikâyesidir. Bu kitaplar Sait Faik Öykü Ödülü, Yunus Nadi Roman Ödülü getirir yazara… 2001’de ‘Sıcak Külleri Kaldı’, Orhan Kemal Roman Ödülü’ne layık görülür. 2004’te ‘Erguvan Kapısı’ ile Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü alır yazar. Yazarın sonrasında da belirli aralıklarla romanları, Melek Ulagay’la birlikte söyleşi şeklinde düzenlenmiş anıları, anlatı olarak belirtilen an’lar kitabı dediği anıları yayımlanır. Son romanı da ‘Köpekli Çocuklar Gecesi’ olur. Edebiyatımızda belki de ilk ekolojik distopya.
Oya Baydar, sosyalist kimliğinden dolayı ülkenin ve dünyanın yaşadığı meseleleri içinde duyan, bunları romanlarına yansıtan bir yazar. O nedenle son yıllarda üzerinde durulan önemli konuların başında gelen doğanın düşüncesizce katledilmesinin, doğanın canlılarına saygısızca saldırmanın doğurduğu olumsuz sonuçları anlatan bir ekolojik distopya kaleme alması hiç şaşırtıcı değil. Doğanın kaynaklarının tüketilmesi, iklim değişikliklerinin yaşanması; aklı sayesinde kendini en üste yerleştiren insanın bu değişikliklerden en fazla zararı almasının şaşırtıcı olmadığı gibi…
Roman kısa bir bölümle başlıyor. “Yarının Başlangıcı” başlığını taşıyan bu bölümde ahşap kulübede karanlıkta birbirine sarılarak uyur gibi yatan bir kadın ve erkeğin bulunuşuna tanık olur okur. Dijital devrim ürünü IQ400X cihazında kadın ve erkeğin son konuşmaları kaydedilmiştir. “‘Kara bulutlar dağıldı, yağmur dindi, gökyüzü masmavi diyordu’ kadın. Sesi sakindi, yumuşacıktı. ‘Pişman mısın?’ diye soruyordu Adam. Hayır, tek pişmanlığım Maldivler suya gömülmeden oraları görememiş olmak. Bir de Antarktika’da imparator penguenleri görmek isterdim.” (s. 12)
Romanın en uzun olan ikinci bölümü, “Tufandan Sonra” başlığını taşımaktadır. Kadın, bütün kenti kaplayan sel sularından kentin en yüksek binasının çatısına çıkarak kurtulmuştur. Aslında çatıya da, oradan kendisini o kulübede beklediği söylenen adama da nasıl ulaştığı bir muamma gibi anlatılmaktadır romanda, sadece köpekli çocukların kadını yönlendirdiği ima edilerek.
Anlatıcı kadın bir botanikçidir üniversitede. Bütün dünyada birçok bilim insanının, ‘Z’ kuşağı diye adlandırılan gençlerden oluşan “İklim Çocukları”nın uyarılarına rağmen önlemler alınmamış, gezegendeki yaşamın sürdürülebilmesi tehlikeye düşmüştür. Otoriter yöneticilerin uygulamaları, insanların toplumsal yaşamlarını kökten değiştiren savaşlar, silahlanma, doğanın insanın istekleri doğrultusunda katledilmesi olarak şekillenmiştir maalesef… Doğa kaynaklarının tükenmesi yıllar süren kuraklık ve su sıkıntısının baş göstermesine yol açar. Su karneyle ve sınırlı litreyle dağıtılmaya başlanır. Uzun yıllar süren kuraklık, bitkilerini kurutmuş, besin kaynaklarının yetmemesi sonucunu doğurmuştur. “İklim Çocukları”, bu süreçte doğaya ve insanî değerlere önem verenler için umuttur. Ama baskıcı yönetimler bu oluşumları dağıtmak, haberleşmelerini engellemek yoluna giderler. Sokaklar kamçı kuyruklu, kara burunlu, hardal sarısı köpekler ve onların yanındaki çocuklarla doludur.
“Köpekli Çocuklar” romanın erkek kahramanı Adam’a göre bir efsanedir, önceki bütün tufanlarda yaşamı yeniden başlatan, umut olan güçler gibi… Başıboş sokak köpekleri ile birlikte gezen, yoksul, kimsesiz, ailelerini savaşlarda yitirmiş yersiz yurtsuz çocuklar vardır sokaklarda yaşayan, çoğu insanın görmezden geldiği… Anlatıcı kadının da bir oğlu vardır, “Küçük Prens”i okutarak, bitkilerin Latince adlarını ezberleterek, doğaya ve canlıya saygılı büyüttüğü… Bütün bu aktardığı değerlerden dolayı kalabalıklar içinde istemeden yalnızlaşmasına sebep olduğu bir oğul… Sahip olduğu değerler uğruna savaş bölgesinde yardıma ihtiyacı olanların yanında olmak için evinden ayrılıp izini kaybettiği bir oğul… Adı “Umut Doğa” olan oğul da “Köpekli Çocuklar”la birlikte tufandan sonrasının “Yarının Başlangıcı”nı başlatan (yapan), insanlığın umudu olan efsane kahramanlarından biridir.
Tufandan köpekli çocukların yardımıyla kurtulmuş ve yine her nasılsa kulübeye ulaşmış anlatıcı kahraman ile bacağından yaralanmış Adam, o tahta kulübede köpekli çocukların gelmesini beklerler. Kadın, yağmurların başlamasıyla sel felaketinden sonra yayılmaya başlayan adı bilinmeyen bir virüsün etkisiyle hastalanmıştır. Baş ağrısıyla kuşpalazına benzer belirtilerle başlayan, aşırı bitkinlik, titreme nöbeti, bilinç bulanıklığı, bellek yitimi ile seyreden, çaresi bulunamayan bir hastalıktır bu. Kendisini evinde ziyaret ederek tedavi etmeye çalışan hekim arkadaşı, nörolog olmasına rağmen acilde çalışmaya başlamıştır. Hastanedeki doluluktan dolayı bazen gece yarılarına kadar, bazen de 24 saat çalışmak zorunda olduğundan söz eder. Kadın, hekim arkadaşı kendisine söylemese bile durumunun ölümcül olduğunu bilmektedir.
Kadın, çaresi bulunmayan virütik hastalığın etkisindeyken, Adam uzun zamandır savaşın sürdüğü bölgedeki sivil halka yardım ederken bacağından kurşunla yaralanmışken, kendi hayatlarının tek kurtuluşunun “Köpekli Çocuklar” olduğunu bilerek beklerler.
İnsanın dünyadaki macerasının her döneminde defalarca yaşandığı gibi bir tufanla yok oluşa gittiğini bilerek, her yok oluşunun tümden değil, bazen çürümüş tahtaların arasından filizlenen dirençli bir papatya gibi yaşamın yeniden başlayacağına inanarak belki yakın belki binlerce yıl uzak geleceğe mesaj bırakmak, hikâyelerini anlatmak için IQ400X cihazına kayıt yaparlar.
“Bizim müjdecimiz güvercin değil, Köpekli Çocuklar. Doğanın da insanın da yaşadığı, yok oluşa direndiği haberi onlardan gelecek. Bir umut ışığı her zaman vardır. Belki dağın öte yanındaki topraklar sellere kapılmamıştır henüz. Belki savaş bitmiştir. Zeytinlikler yeniden yeşerir, güvercinler döner. Binlerce yıl öncesinden gelen tufan hikâyeleri hâlâ anlatılıyorsa, döngüsel yeniden doğuşa inanmamak için bir nedenimiz yok.” (s. 74)
Böyle diyor romanda Adam. Kendisi de savaşın hep olduğu coğrafyada doğmuş, küçücük bir çocukken bölgede o dönemdeki savaşın kurbanı olarak gözleri önünde ailesinin yok edilişini görmüş, annesinin ölmeden önce bir köpeğe teslim ettiği Adam… O dönem bölgedeki barış güçleri içindeki bir kadın avukatın alıp kendi ülkesinde, bir Kuzey ülkesinde çokdilli, çokkültürlü büyüttüğü, hiçbir yere ait olmayan Adam… Adam, İngilizce ya da başka bir dilde farklı telaffuz edilse de her dilde ilk insan.
Her çağ türlü türlü yollarla kendi felaketini yaşıyor. Tükeniyor… Sona geliyor… Tam her şey bitti derken o inatçı, dirençli ya da azimli diyelim taşların arasından kendine yol bulan adı konmamış bitkiler gibi yaşam yeniden canlanıyor. Yeter ki mağdurların masumiyetine, iyiliği ve umudu yüreklerinde taşıyan gençlere ve çocuklara olan inancımızı yitirmeyelim…