EDEBİYAT 

HER DAİRE BİR DÜNYA

Apartman girişinde asılı duran saat, 10.00’u gösteriyordu. Günlük rutin manevrasını yapan asansör, elinde ekmek sepeti bulunan apartman görevlisi emektar Ahmet Efendi’yle beraber yılların yorgunluğunu taşıyan bir bitkinlikle yedinci katta durdu. Teleskobik kapı açıldı. Ağır asansör kapısı itildi. Harekete duyarlı lamba tık sesiyle birlikte parlayıverdi. Bahisçi Muharrem Elmas’ın mevcut ampulü yüksek güçteki bir ampulle değiştirmiş olması nedeniyle merdiven dairesi aydınlığa boğulmuştu.

Ahmet Efendi, sağındaki on dört numaranın önünde durdu. Tam butona basacakken eli havada asılı kaldı. Bahisçi Muharrem’in çatlak sesi, kapatması Semahat’ın bağırışlarına karışıyordu. Ahmet Efendi başını sağa sola sallayıp cık cık yaparken içinden “Yine Semahat Hanım dayak yiyor galiba” diye geçirdi. Az sonra sesler kesildi. Kapıyı çalıp bekledi. Kapıyı dağınık saçına, nemli gözlerine karşın yüzüne kondurduğu tebessümle hiçbir şey olmamış gibi Semahat açtı. İvecen bir hareketle bir ekmek aldı.

– Bozukluk yok. Muharrem Abi’n sonra verir.

Karşılık beklemeden kapıyı yüzüne kapattı. Daha önceleri içinden söylenen Ahmet Efendi bu kez Semahat’ın ağzına öykünerek mırıldandı.

– Hıh! Bozukluk yokmuş da Muharrem Abi’si verecekmiş de. Miş miş miş de, muş muş muş. Bugünden sonra size ekmek servisi de alışveriş servisi de yok. Altı aylık aidatınız da duruyor zaten.

On üç numaranın kapısını çaldı. Eşinden yeni boşanan Eczacı Zerrin Erfelek iki oğluyla yaşıyordu bu dairede. Zerrin Hanım ne kadar zarif ve sessizse oğulları o kadar gürültücü, kavgacıydı. Uzun koridorun sonundaki odadan iki hırçın oğlanın gürültüleri sahanlığa yayılırken Zerrin Hanım, sepete uzanıp iki ekmeği zarifçe aldı. Her zaman yaptığı gibi bahşişini de hesaplayarak bozukluklarla birlikte sokak köpeklerine verilmek üzere dünkü yemeği koyduğu poşeti de eline tutuşturdu.

Ahmet Efendi bundan sonraki her bir katı asansör kullanmadan inerdi. Yine öyle yaptı. On iki numarada eşi sık sık şehir dışındaki kızlarının yanına giderek huzur bulan, gölgesiyle kavgalı, geçimsiz Serhat Bey oturuyordu. Sakine Hanım, kızı ameliyat olduğu için uzun süredir ortalıkta yoktu. Serhat Bey söylenerek açtı kapıyı. Yine kızacağı bir şeyler bulmuştu. Parayı verirken, “Önceden iki ekmek borcum vardı. Üstünü verme, alacağım olsun” dedi.

Kime kızdığı, neye söylendiği anlaşılmıyordu. Serhat Bey kimselerle görüşmediği için kendi kendine kavga ediyordu, kapıyı söylenmeye devam ederek kapattı. On bir numaranın kapısını çaldı. Neredeyse her gün başka bir kadının kapıyı açtığı ünlü Kuaför Ersin oturuyordu burada. Bu saatte yeni uyanmış olurdu. Kuaförü kalfalarına açtırır, kendisi on ikiden önce de evden çıkmazdı. Bu sefer de sarışın, dalgalı saçlı, kombinezonlu bir kadın açtı kapıyı. Silikonlu bedeni kombinezonundan taşıyordu. Ahmet Efendi’nin gözleri dekoltesine takıldı. Süt gibi bembeyazdı. Yutkundu. Kadın bir ekmek alıp üç-dört ekmek parasını avcuna bıraktı. Kapıyı kapattı. Kapının rüzgârı Guerlain Shalimar’ı bir tokat gibi çarptı yüzüne. Ahmet Efendi bir süre kalakaldı. Kokuyu burun kanallarında taşıyarak alt kata indi.

On numaradaki sigortacı karı-koca işe gitmiş olmalıydı. Kapının ardından Teslime Hanım’ın, torunu Üstün’e okunmuş pirinç yedirme çabaları duyuluyordu.

– Allah zihin açıklığı versin. Yut kuzum şunları.

– Aman anneanne ya! Bırak şu batıl inançları.

– Niye öyle diyon bi denem. Annen de üniversiteyi böyle kazandıydı.

– O zaman niye dershaneye yazdırdınız?

Yanıtını beklemeden kapıyı açıp çıktı, gitti. Ahmet Efendi’nin eli butonun üzerindeydi. Ekmek almak da gözünde şişe dibi gözlükleri, bir elinde okunmuş pirinçler bir elinde yarım bardak su ve doksan dokuzluk tespihiyle anneanneye kaldı.

Dokuz numarada öğretmen bir çift oturuyordu. Eşi meslek lisesinde resim öğretmeni olan felsefe hocası Süleyman Bey’in evinden sabah akşam alkol ve sigara kokuları yayılırdı. Adeta baca gibi tüterdi ev. Tam kapıyı çalacaktı ki içerden gelen yüksek ses ilgisini çekti. Kulak kabarttı. Ne konuşulduğunu anlayamıyordu.

– Hegel’e gelindiğindeyse diyalektik tam bir felsefi çalışmayla ortaya konulur. Diyaletik, mutlak fikrin tez-antitez-sentez üçlü hareketiyle gerçekleşmesi ve bu biçimde anlaşılması yöntemi olarak değerlendirilir.

– Hegel, düşüncenin hareketinden sezinlediği diyalektiği, evrenin hareketine yöneltmişti; çünkü evreni maddeleşmiş bir düşünce olarak görüyordu.

– Hegel’e göre düşünce ve varlık özdeştirler aslında. Diyalektik, bütün düşüncenin ve varlığın gelişim sürecidir.

Ahmet Efendi’nin kafası karışmıştı.

Kim lan bu Hegel hergelesi?” deyip butona dokundu. Konuşmalar kesildi. Kapı açılınca bu kez yüzüne kesif bir nikotin bulutu çarptı. Shalimar’ın büyüsünden çıktı ve bu yoğun kokuyla içi bulandı. Derken geriden gelen başka kokular da algıladı. Cuma gecesinden kalan anason kokusuna taze demli bir çay kokusu eşlik ediyordu. Sigaradan sararmış parmaklarıyla sepetten iki ekmek alan Süleyman Bey’in akşamdan beri uyumadığı gözlerinin beyazındaki kırmızı damarlardan anlaşılıyordu. Dün akşamdan beri tartışma devam etmiş olmalıydı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Parayı verdikten sonra kapıyı kapattı. İçerideki tartışmanın kaldığı yerden devam edeceği anlaşılıyordu.

– Marx süreci tersine çevirir, Hegel’in yolundan giderek diyalektiği maddeci bir temelde değerlendirir. Marx maddenin hareketinin diyalektik iç çeliş…

Ahmet Efendi dördüncü kata inmişti bile. Sekiz numarada, kuyumculuktan emekli olmuş, eşini on yıl önce yitirdiği halde dün yitirmiş gibi yasını tutan seksenindeki Haşim Bey yalnız başına kalıyordu. Kızları sırasıyla ziyaretine gelip gereksinimlerini karşılıyorlardı. Sosyoloji profesörü olan kızı Neslim’deydi sıra, kapıyı o açtı. Yüzünden düşen bin parçaydı. Söz dinlemeyen ve adeta kendisi de bir an önce eşi Şükran’ın yanına gitmek için gün sayan Haşim Bey’in bu tavrına anlam veremiyor ve ilaçlarını aksatmasına çok kızıyordu. Kapı aralığından masanın üzerinde Şükran Hanım’ın çerçeveli siyah-beyaz bir fotoğrafı önünde kırmızı karanfille yanan bir mum görülüyordu. Şükran Hanım öldüğü gün evde zaman durmuştu. Evin kokusu dahi değişmemiş gibiydi…

Yedi numarada iki çocuklu doktor karı-koca yaşıyordu. Geçen hafta madde bağımlısı bir hasta yakını tarafından darp edilen Dr. Serap’ın yüzü gözü morarmış, burnu kırılmıştı. Hastalarına karşı son derece anlayışlı, özverili, iyilik timsali bir insan olan Dr. Serap olayın psikolojik etkilerini atlatamamış, yaşadıkları daha çok ruhsal çöküntüye neden olmuştu. Kapıyı büyük çocukları Kerem açtı. Bir ekmek alıp parayı verdi. Hayrettin Bey içeriden, bir tane daha alması için seslendi Kerem’e. İkinci ekmeği de alan Kerem kapıyı kapattı.

Üçüncü kat altı numarada bir mafya üyesi yaşıyordu. Ailesi ile birlikte bir süredir ortadan kaybolmuşlardı. Ne gelen vardı ne giden. Oysa bir hafta öncesine kadar kapkara camlı lüks araçları, simsiyah şık kıyafetleri, sarkık bıyıklarıyla gelip gidenlerin sayısı belli olmazdı. Bıçakla kesilmiş gibi ayakları kesilmiş, bir anda hepsi buharlaşmıştı. Yine de butona bastı. Biraz bekleyip karşıya geçti. Beş numarada Almancı bir aile her yıl birkaç ay kalırdı. Yılın sekiz-on ayını geçirdikleri Ausburg’a gitmek üzere hazırlanmışlardı. Kapı açılınca yan tarafta üst üste yığılı valizler görüldü. Hayli yüklü yolluk hazırlamışlardı, ekmek almadılar. Alt kata indi.

İkinci katın lambası patlamış olmalıydı. Işık yanmadı. Eliyle koluyla bir süre çırpındıysa da başarılı olamadı. Kendine iş çıkmıştı durduk yerde. Canı sıkıldı. Çakmağını çıkardı, ışığıyla dört numaranın butonuna dokunacaktı ki içeriden sesler yükseldi. Valilik kaleminden emekli, eli maşalı Seyhan Türker’in sesiydi. Eşi Selim Bey’i fırçalayıp duruyordu. Hemen her gün ve günün hemen her saatinde zavallı Selim Bey eşinden papara yiyip otururdu. On dokuz ve yirmi iki yaşında iki kızları vardı. Onlar hiçbir ev işi yapmazdı. Seyhan Hanım epeydir temizlikçi de almıyor, Selim Bey’le ortaklaşa ev işlerini yürütüyorlardı. İl kültür müdür yardımcısı olan Selim Bey cam siler, çamaşır-bulaşık yıkar, ütü yapar, perde asar, toz alırdı ancak yine de yaranamazdı Seyhan Hanım’a. İşteyken bile aranıp evde yapmış olduğu bazı şeylerden dolayı zılgıtı yerdi. Bu kez de sildiği camları beğendirememişti.

– Bu nasıl temizlik be adam, kör müsün! Dalga dalga olmuş camlar. Git gazetelikten gazete getir de onlarla sil şu camları.

– …

Adamcağızdan ses çıkmadığına göre gazeteliğe yönelmiş olmalıydı. Butona dokundu. Kapıyı elinde gazete kâğıtlarıyla Selim Bey açtı. Ekmeği alıp parayı verdi. Kapıyı kapatmıştı ki bir vaveyla koptu. Dışarıdan duyulma olasılığını hiçe sayarak,

– O ekmeğe pis ellerinle mi dokundun boyu devrilesice. Sen adam olmayacak mısın?

– …

– Allah kahretsin, ben o ekmeği ağzıma sürmem, sen yiyeceksin onu!

– …

Ahmet Efendi, Selim Bey’in haline üzülerek üç numaranın butonuna bastı. Burada birbirlerine dayanarak ayakta kalabilen pir ihtiyar bir karı-koca yaşıyordu. Çocukları pek gelip gitmezdi. Kimseye muhtaç olmadan kendi gereksinimlerini karşılayabiliyorlardı. O gün ikisi birlikte açtı kapıyı. İkisinin de üstü çırılçıplaktı, yalnızca altlarında çamaşırları vardı. Nevriye Nine’nin beli bükülmüştü ve memeleri neredeyse dizlerine değiyordu. Nuri Amca yanında iki büklüm, elindeki bastona dayanarak duruyordu. Her ikisinin de derisi buruş buruştu ve başta elleri olmak üzere kahverengi lekelerle kaplıydı. Ahmet Efendi küçük dilini yutacaktı. Ancak yaşlı çift son derece olağan davranıyordu. Ekmekleri olduğunu söyleyip hiçbir şey olmamış gibi kapıyı kapattılar. Ahmet Efendi ilk kez böyle bir durumla karşılaşmıştı. İçinden “Bunadılar herhalde” diye geçirdi. Birinci kata indi. Hâlâ gördüklerinin etkisindeydi.

– Biz de yaşlanınca böyle mi olacağız acaba?

İki numarada eski solculardan bir iş adamı ve bir zamanlar sekreteri olan eşi Emoş –Tahir Bey öyle söylerdi– yaşıyordu. Oğulları Hollanda’ya, kızları Amerika’ya yerleşmişti. Emoş Hanım ileri yaşlarında bir çocuk daha yapmış ancak spastik olan Meneviş’i müebbede hüküm giymiş bir suçlu gibi eve hapsetmişlerdi. Apartmanda kimseler Meneviş’i görmemişti. Kapitalizmin çarklarına çok iyi uyum sağlayan iş adamı Tahir Bey yanında çalışanları öylesine sömürüyordu ki otuz yıl önce emek mücadelesi için meydanlarda kendini paralayanın o olduğuna bin şahit isterdi. Zil çalınca kapıyı kendisi açtı. Grand tuvalet giyinmiş, çıkmak üzereydi. Ekmeği alırken bir taraftan da Ahmet Efendi’ye emirler veriyordu.

– Bahçedeki çimleri biçmemişsin. Taflanları budamamışsın. Ekmeği dağıtıp hemen onları hallet. Akşam da kameriyede misafirlerim olacak, barbeküyü temizleyip orayı sula biraz, serinlesin.

– Tamam, beyim, hallederim.

Karşıya geçti. Bir numarada iki öğrenci yaşıyordu. Amca çocuklarıydı. Denizli’de tekstilcilik yapan bir dedenin torunuydular. Dedeleri üç yıl önce almıştı bu daireyi, altlarına da araba çekmişti. Dersle, okulla, okumayla ilgileri yoktu. Gezip tozup günlerini gün ediyorlardı. Dışarıda yiyip içtiklerinden ekmek aldıkları pek olmazdı. Yine de zili çaldı. Biraz bekledi. Uzun zamandır ilk kez kapı açılıyordu. Kapının açıklığından dedelerinin geldiğini gördü. Selamlaştılar. Kahvaltı masası hazırlanmak üzereydi. İki ekmek aldılar. Yüzlerinden gençlerin morallerinin bozuk olduğu anlaşılıyordu.

Ahmet Efendi birinci katın merdivenlerinden inerken köyündeki lavanta kokulu yamaçların, kır çiçekleri bezeli meranın, mayıs kokulu çiftliklerinin, ağır akan derelerin ve huzur dolu hırgürsüz günlerin ne kadar uzakta kaldığını düşündü. Yeniden köyüne dönmeyi çok istediği halde evdeki horantanın buna ikna olmayacağını çok iyi biliyordu. Sepette kalan son iki ekmeği zemin kattaki kapıcı dairesine bırakıp, “Her daire bir dünya” diye söylenerek yöneticinin verdiği görevleri yapmak üzere bahçeye yöneldi. Bir an önce de patlayan ampulü değiştirmesi gerekiyordu.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar