“KÜL”LERİNDEN DOĞAN BİR GÜNLÜK: ONAT KUTLAR
-MERSİN-
“…çünkü bedenli varlığımızda hayatın alfabesini ve gramerini taşırız, ancak bu demek değildir ki kendimizde veya hayatta tamamlanmış bir anlam vardır…” – Maurice Merleau-Ponty, ‘Felsefeye Övgü’
Günlükler bir kişinin yaşamına tanıklık etmesi bakımından önemli role sahiptir. İnsan kimi zaman kimseyle paylaşamadığı duygularını açılan bir defter sayfasına paylaşır. Sadece kâğıt ve kalem şahit olur yazanın yaşadıklarına. Yaşamın her yönüyle dile getirildiği notlardır günlükler. Benim de hiç beceremediğim şeylerden biridir günlük tutmak. Öyle bir deneyimim olmadı şimdiye kadar. Ne bir anı kutusu ne de bir günlük defteri oldu hayatımda. Yazılan günlükleri okumaktan keyif alsam da mektuplaşmak her zaman daha ağır basmıştır. Artık adı bile geçmese de nadiren benim de hediye olarak verdiğim kitapların arasına koyduğum mektuplarım ve ona karşılık gelenler var.
2020 yılının son günlerinde aldığım “‘Kül’ – Günlükler” (*) adlı kitap; benim için 2020’nin son, 2021’in ise ilk kitabı olmuştu. Yılın ilk günlerinde bazı notlar da alarak okuyup bitirmiştim kitabı. Günlüğün entelektüel bir bakış açısıyla yazılması ve yazarının sanatın birçok dalına ait birikimlerini aktarması bakımından dikkatimi çekmişti. Yazarı Onat Kutlar… 1950 kuşağı öykücüleri arasında adı geçse de sinema alanına da önemli katkıları olan bir isim…
Günlük, yazarın henüz 26 yaşındayken gerçekleştirdiği geniş kapsamlı Avrupa seyahatinin izlerini taşır. 1962 yılının Şubat-Temmuz aylarında Paris’ten başlayarak sırasıyla Valencia, Sagunto, Mont Tiberio, Barcelona, Paris, Frankfurt ve Cenevre arasında geçen zamanların anlatısıdır. Günlüğe yayınevi tarafından “Kül” adının verilmesinin nedeni ise, “yazarın gençliğinde –günlüğü tutarken de– yazmaya başlayıp devamını getiremediği romanının adı” oluşudur.
Kutlar, tuttuğu günlüğün özelliği ile ilgili bilgiler paylaşır. Tembelliği yüzünden günlük üzerinde oyunlar yaptığını, bazı notları yaşanan tarihten daha sonra yazıya geçirse de olayları yazıya geçirdiği gün yaşamış gibi aktardığını belirtir. (s.79) Bir başka notta ise, “Günlüğüm gittikçe İbnülemin Mahmut Kemal’inkine benziyor. Hay Allah.” (s.55) sözleriyle ironik bir dille İbnülemin Mahmut Kemal’e atıfta bulunur.
Yazar, günlüğün bazı yerlerinde “çalışma”nın önemine değinir. “Çalışmalı!” (s.28) “Çünkü yaşama çalışmaya dönüşmeden sanata dönüşmüyor.” şeklinde Rilke’den yaptığı alıntı ile kendisi de çalışma isteğini şu sözleriyle dile getirir: “Artık çalışmaya başlamalıyım. Doğru dürüst çalışmaya. Çünkü gün garip bir şekilde bomboş ölüyor. Eski yaptıklarımı tekrarladığım, biraz yazdığım, biraz okuduğum ve bol bol düşündüğüm halde yetmiyor bu. Korkunç bir açlığım var. Kapanıp günlerce yazmak istiyorum. Daha önce almam gereken bazı notlar var. Onlar bir bitse bunu da yapacağım.” (s.30)
Günlükte en fazla değinilen konulardan biri Kutlar’ın yazma aşamasında olduğu “Kül” adlı romanıdır. Yazar, Kül’e ait bilgiler paylaşırken roman teorisine yönelik düşüncelerini de paylaşır. Ona göre ‘Kül’, “yazılmamış olan ilk kutsal kitap”tır. (s.13) Bununla birlikte klasik düzenin sona erdiğini, yeni çağın, modernizmin ve kendi varoluşunun müjdesini verir: “Oysa bu çağ bitmiştir. (…) Çünkü benim çağım geliyor.” (s.14)
Kutlar, eserine (Kül) yönelik biçim kaygısını okur üzerinden şu sözleriyle dile getirir: “Biçim kaygısı. Garip şey. Demek ki henüz yazdıklarımı, iyi bilmiyorum. Tanımıyorum. Tanısaydım böyle bir kaygım olmazdı. Ritim önemli. Onu unutmuyorum. ‘Kül’ün ritmini bakalım anlayabilecekler mi?” (s.23) Bu kaygıyı dile getirdikten sonra Kül’ün ritmi ile ilgili bilgiler verir: “(Pan Ritmi.) Ve ‘Kül’ün orkestrasyonu bir madrigal özelliği taşıyor. Ya da bir ‘quintet’. Çok çalgılı bir orkestrasyon değil bu. Birkaç tane: Ve sesler adeta bir sessizliği geliştirir gibi birbirlerine usulca karışarak garip bir uyum yaratıyorlar. Sonra panik.” (s.23)
Yazar, Kül’ün anlatım tarzına gelebilecek eleştirilere karşı “Kimseye hiçbir şeyin hesabını vermek zorunda değilim. Hesap vermenin gülünçlüğünü kavrıyorum. Bu kadar.” (s.13) şeklindeki sözleriyle açıklamada bulunur.
12 Mayıs’ta Mont-Tiberio’da tuttuğu günlüğe “Romanın en önemli bölümlerinden birine başladım ve iki sayfa yazdım. İyi gidiyor.” (s.59) şeklinde bir not düşse de 6 Haziran’da Frankfurt’ta tuttuğu günlüğe ise, “‘Kül’ gene yavaşladı.” (s.72) şeklinde not düşer.
Kutlar, bir yazar olarak tiyatronun kendisine “sanat eserini kavrayışı” konusunda bazı yenilikler getirdiğini belirtir. “İmaj, tasvir ve ritim” gibi teknik konuları hikâye ve roman düzleminde değerlendirirken, değindiği sanatların “edebiyat” olmadığını belirterek bunları genel olarak “anlatıcılık sanatı” adı altında birleştirme önerisini sunar. Romanın ise “her zaman her şeyden önce bir anlatıcılık sanatı” olduğunu düşünür. (s.77-78)
Sinema alanına önemli katkıları olan ve yurt dışından iki nişan alan Kutlar, günlüğün sonlarına doğru dikkat çekici bir başlık olarak ‘Türk Sinemasında Senaryo Sorunu’nu kullanır. Yazar, daha önceki notlarında roman ve tiyatro gibi türlere ait bilgileri paylaşırken bu başlık altında senaryoya değinir ve senaryoyu “bir filmin, çevrilmeden önceki teknik izdüşümü” (s.100) olarak tanımlar.
Günlüklerde, sanatın pek çok dalında hem içerik hem de biçim olarak değerlendirmeler bulunmaktadır. Benim için dikkat çeken başka bir nokta ise, felsefi boyutuyla birlikte yapılan “arafta kalmış / orta tabaka aydın” eleştirisidir:
“Siz orta tabaka aydınların, topunuzun köküne kibrit suyu. Sizden daha alçak bir topluluk hiçbir yerde bulunamaz. Sırası geldikçe salonlarda, derslerde, kahvelerde, rakı sofralarında şöyle konuşursunuz: ‘Suç işlemek bilgisizliğin eseridir. Bu barbar canavarları eğitin, bakalım suç işleyecekler mi? Biz neden işlemiyoruz?’ (Sokrates kadar eski, bununla birlikte hiçbir yolla kanıtlanamayan bir iddia.) Evet, siz suç işleyemezsiniz. ‘Suç’u aştığınızdan değil. Korkaklığınızdan. Bir fare gibi korkak olduğunuz için. Sizin hayatınızda hiçbir ‘act’ yoktur. Boyun eğici iki üç davranışın dışında hiçbir şey yapmaya yeterli değilsiniz. Siz ‘impuissant’ kişilersiniz. Çünkü sizin ötenize geçen insanlar yani sizden daha aydın, daha ‘authentique’ olanlar ‘suç’a değer veriyorlar. İşte Dostoïevsky, işte Genet. Siz, bu iki ucun ortasındasınız. Hep ortada. Alçaklar!” (s.28)
Onat Kutlar, Türk kültür hayatının içerisinde büyüyüp yetişen bir isimdir. Üniversite yıllarından itibaren entelektüel çevrelere dâhil olmuş; edebiyat, mimari, sinema gibi çeşitli sanat dallarında birikim sahibi olmuştur. Eğitim için gittiği Avrupa’da da Batı kültürü ve hayatını yakından görme imkânına sahip olmuştur. Yazarın tuttuğu günlük, hem Türk hem de Batı kültürlerine ait izleri yansıtması ve bu iki kültürü karşılaştırması bakımından da ayrı bir önem taşır.
5 Mayıs 1962 – Valencia notlarında şehre ait izlenimlerini aktarırken “…Sabırlı insanlar doğrusu. (…) Yalnız bir parça fazla meraklılar.” ifadelerinden dolayı kendisini Türkiye’deymiş gibi hissettiğini belirtir. (s.43) İspanya seyahati esnasında gözlemlediği din baskısını Türkiye ile şu şekilde karşılaştırır:
“İspanya’da Inquisition’dan bu yana sürüp gelen korkunç din baskısını hiçbir ülkede, Türkiye’nin en yobaz köşelerinde bile bulmadığım bir bunaltı ile kavradım. (…) Güneşli, aydınlık Akdeniz ve tozlu köşelerine ‘Una libre y grande’ yazılı, gezginlere ceketsiz girmeyi yasaklayan ukala İspanya. İkisi bir araya nasıl gelebiliyor?” (s.67)
Yazar, Avrupa ve Türkiye’nin kendi kişiliği üzerindeki etkisini şu sözleriyle dile getirir:
“…Hepsinin üstesinden geleceğime güvenim var. Batı’nın bana kazandırdığı tek şey bu sanıyorum: Yaşamaya sıkı sıkıya yapışık bir experience (burada yaşantı sözü anlatmıyor sanırım). Bu experience’ın en önemli yanı da ayrıca özel olarak ‘açık davranma’ alışkanlığını getirmesi oldu. Türkiye’de bu çok güçtü. O Doğulu ikiyüzlülüğü içinde başka türlü davranmak hemen hemen imkânsızdı.” (s.83)
Günlüğünde Batı edebiyatı üzerine değerlendirmelerde bulunan Kutlar’ın bu konudaki değerlendirmelerinden biri de şu şekildedir:
“Don Qoichote’a gelince, bu sevinci söylemem gereksiz hayatımın iki-üç kitabından biri. Yalnız biraz kızdım Dostoïevsky’e. Kendi kitabı ‘Budala’ (başeseri), Don Quichote’tan daha ağırbaşlı imiş. Çünkü Don Quichote gülünçlüymüş. Gogol’u seven bir yazar hiç bunu söyler mi?” (s.27)
Yazarın, Avrupalı yazar(lar) ile kendisi arasında yaptığı kıyaslama oldukça dikkate değer ve disiplinlerarası okumaya elverişlidir:
“Avrupalı bir yazar ‘sevgi’ye inandığı anda tanrıya da eğilmek zorundadır. Bütün Hıristiyan ekini sevgi-tanrı birliği üstüne kurulmuştur çünkü.
Ama ben Avrupalı değilim. Ülkemin tanrısı sevgisiz bir lise müdürünü andırıyor. Hesaplı bir Arap. Muhammed acı çekmedi.
Öyleyse bu sevgi nereden geliyor?
Üstelik herkesi de sevmiyorum. Bir saint değilim hiçbir zaman.” (s.35)
“Anne”, bütün yönleriyle edebiyatın hemen her türünde işlenen bir temadır. Günlüğü okurken dikkatimi çeken noktalardan biri de Kutlar’ın yurt dışındayken annesine olan özlemini sık sık dile getirmesi olmuştu. 4 Mart – Paris notları arasında “La Mère” adlı eserdeki anneyi kendi annesine benzetmesi üzerine “Çocuklar gibi titriyor içim. Artık yeniden ve sonsuz bir dostlukla seviyorum anamı. Hey gidi valide!” (s.19) sözleriyle duygularını dile getirir. Kimi zaman annesinden mektup almadığının üzüntüsünü paylaşsa da annesinden gelen mektup karşısındaki sevincini de paylaşır: “Anamdan mektup aldım. Ne sevindim!” (s.28)
Tabiat ve sosyal hayat Kutlar’ın günlüklerinde gözlemlerini yansıtması bakımından önem taşır. 5 Mart tarihli günlüğünde Paris’te yağan karın kendisine hissettirdiklerini şu şekilde paylaşır: “Kar bir gömülme, bir ölüm duygusu yerine bir rahatlama duygusu veriyor. Aralıksız ve güçlü bir huzur.” (s.22) 22 Nisan tarihli günlüğünde ise Fransa’ya baharın gelişini, paskalyayı, sokakların şenliğini, tabiatın uyanışını paylaşır. (s.42)
Tabiat ve sosyal hayatla ilgili satırları önce okurken sonra da yazıya dökerken içimden geçenleri paylaşmadan yazımı bitiremeyeceğim galiba… Ah korona günleri, diyorum… Nisan ayı, Çukurova’da özellikle de Adana’da yaşayanlar için ayrı bir önem taşır. #NisandaAdanada etiketiyle gerçekleştirilen Portakal Çiçeği Karnavalı… Yaşar Kemal’in “Baharda portakal çiçekleri öyle bir kokarmış ki kokularından insan sarhoş olurmuş.” (Yılanı Öldürseler, s.102) şeklinde dile getirdiği portakal çiçeği… O karnaval, 2020 yılında yapılamasa da içimizdeki şenliği gelecek nisanlara saklasak da şimdilik “Portakal çiçekleri sarsın dünyayı/ kokusu bürüsün Çukurova’yı” dizelerine sığınıyorum…
(*) Onat Kutlar, “‘Kül’ – Günlükler”, Haz. Çağlayan Çevik, İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2020.